Çevre sorunları günümüz dünyasında sağlık, para, siyaset ve diğer pek çok yaşam alanımızda kendini gösteriyor. Bazen gündem değiştirmek için kullanılıyor, bazen de gündemin ta kendisi oluyor. Artık HES konuşmadığımız gün yok gibi. Elden bir şey gelmeyince, direniş kelimesi lügatımıza girdi ve de sokaklarda sesimiz yükseldi. Sokaklar teyzelerle, amcalarla, emekli öğretmenlerle, memurlarla ve öğrencilerle doldu taştı. Her yandan aynı sesler yükseldi:
“HES istemiyoruz”, “Ormanlarımızda taş ocağı istemiyoruz”, “Ağaç katliamına izin vermeyeceğiz”, “Rantınız batsın”, “Susma haykır, nükleere hayır”, “Dereler özgürdür, özgür akacak”, “Akkuyu Fukuşima olmasın”.
Arka arkaya gelen mahkeme kararları, yürütmeyi durdurmalar, ÇED raporları, atık yüklü bir gemi, oksijensiz bir sahası ve dahası. Hepimiz bir köşesinden ilgileniyoruz, çevreye olanlara üzülüp öfkeleniyoruz. Bütün bunları ve hatta biraz daha fazlasını Çevre Sorunları Araştırma Merkezi Başkanı Baran Bozoğlu ile konuştuk. Biraz hayalledik, biraz gerçeklerden dem vurduk; çokça güldük, kahvemizi yudumlarken geçmişe dönüp bugüne üzüldük: Tüketime dönen varlık maksadımız ve hükümetin ‘hatalı’ politikalarının sürdürülebilirliği ne kadar da eş zamanlı.
Hükümetin çevre politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çevre Politikaları normal şartlarda bir ülkede yönetmeliklerden, mevzuatlardan, yasalardan oluşur. Bunun üzerine uygulamayı da koyduğunuzda bu sizin çevre politikanızı oluşturur. Türkiye’de ‘hükümetin bir çevre politikası yok’ demek elbette haksızlık olur. Çevre politikası var, fakat çevreyi ve doğayı koruma üzerine değil; daha çok çevre ve doğa üzerinden para kazanma yani ‘rant’ sürecini yürütüyor. Bunun temellerini yaptıkları yönetmelik değişiklikleri ve uygulamalarında da görüyoruz. Şuanda kamu yararı gözetmeyen bir çevre politikasıyla karşı karşıyayız. Bunun bir yansıması da şu; bilimsel ve demokratik olmayan bir ortamda çevre problemlerinin çözülebileceğini düşünmüyorum. O yüzden Türkiye’nin siyasal dönüşümü çevre politikalarının da daha kötüye gittiğini düşündürüyor.
Kuito’nun incelendiği ve bir risk olmadığı söylendi. Fakat bu oldukça riskli bir konu. Kuito’da geldiğimiz noktayı değerlendirir misiniz?
Kuito’daki olay tam anlamıyla tiyatroydu, tam bir komedi sergilendi. Başrolünde bir kaymakamın olduğu, senaryosunu Çevre Bakanlığı’nın yazdığı, çeşitli aktörleri olan bir komediyle karşı karşıya kaldık. Angola adlı bir Afrika ülkesinin atığı bizim ülkemize geldi ve parçalanması süreci söz konusu oldu. İçerisinde asbest, radyoaktivite miktarının yüksek olduğu ve tehlikeli atık içerdiğini; detaylı bir inceleme yapılması gerektiğini ve bakanlığın, varsa, elindeki raporları bizimle paylaşmasını istedik. Fakat gelinen noktada kimsenin bir şey bilmediğini gördük, bize bir belge sunulamadı. 4 saatlik bir ölçümde bir risk olmadığını söylediler. Sonucu radyan cinsinden radyoaktif diye açıkladılar ki, radyan bir açı cinsidir. Bu tarz hataları içeren bir denetim yaptıklarını söylediler. Basın da daha çok radyoaktivite üzerinde durdu; daha ölümcül ve bertarafı daha zor olduğu için. Ama asbest gibi, tehlikeli atık gibi başka problemler de var. Türkiye’ye yurtdışından asbestin, tehlikeli atıkların gelmesi kesinlikle yasak. Ama temel sorun şu; ülkeye gelen atıktan bakanlığın haberi yok. Kuito’yla Türkiye’nin bir çöplüğe dönüştürülmeye başlandığına tanık olduk. TAEK (Türkiye Atom Enerjisi Kurumu) veya AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) yetkililerin gözlem yapacağına dair söz verilmişti. Fakat sonra yetkilendirilmiş bir firmanın yaptığı ortaya çıktı. Geminin sahibiyle bu firma bir basın toplantısıyla bunu apar topar kamuoyuna duyurdular. Bu şeffaf ve güvenilir değil. Bilgi edinme kanunu üzerinden raporları istedik fakat hâlâ ulaştırmadılar. Türkiye’de her alanda yaşanan bilgi gizlemenin ve şeffaflıktan uzaklığın bu konuda da yaşandığını görüyoruz. Türkiye atıklarını yönetemiyor.
Gün geçmiyor ki bir HES haberi, ardından da bir HES protestosu haberi gelmesin. Her geçen gün artan ve görünürlük kazanan bu projelerdeki artışın sebebi sizce nedir?
HES problemini ortaya koyan insanlar bu ülkenin suyuna, toprağına sahip çıkan insanlardır. Köylülerin, bilim insanlarının, meslek odalarının verdiği tepkiler olmasaydı; bugün HES’in problemleri konuşulamaz olacaktı. Bu süreçte hem eski bakanın ‘Küçük ölçekli HES’lere izin vermeyeceğiz‘ açıklamaları, hem de bizim yaptığımız toplantılarda, kamuoyu araştırmalarında gördüğümüz şey şuydu; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu denetimleri yapmıyor! Bunu hem HES’i yapan firmalar, hem akademisyenler, hem de bakanlığın içindeki kimseler söylüyor. Orman ve Su İşleri Bakanlığı da dahil teknik alt yapıları yok. Bu nedenle herkesin kabul ettiği bir gerçek var ki; Türkiye’de bu zamana kadar yapılan bütün HES projeleri risklidir, çevre katliamı yapmış projelerdir ve denetlenmemiş projelerdir. Tepkinin sürekli artması da bunu gösteriyor. Bunun yanında bu kadar tepkiye, bu kadar mahkeme kararına rağmen hukuk bu ülkede işlemiyor. Yurttaşlar da sokağa çıkıp kendini ifade etmeye çalışıyor. Çünkü yapabilecekleri başka bir şey yok. Bu noktada hükümetin tavrı hep HES’lerden, firmalardan yana oldu; bilimden, köylüden, emekten yana olmadı. Mesela Türkiye’deki HES’lerin yüzde 71’ine ÇED raporu hazırlanmamış durumda. Bunun anlamı halkın Katıldığı Toplantılar HES’lerin yalnız yüzde 29’u için yapılmış. Yani bilgi gizlenmiş, yangından mal kaçırılmış. Sen hem halkının deresine, toprağına HES yap, bilgi verme; sonra da onlar bilgi isteyince üzerlerine gaz Bombası at, copla saldır. HES için verilen tepkiler çok meşrudur, Türkiye’de yaşayan insanların yaşamları için verilen tepkilerdir. Bu tepkiler ülkenin kalkınmasını -tabii hangi kalkınma, bu ayrı bir tartışma- engelleyecek bir davranış değil; tam tersi, daha sağlıklı bir şekilde yaşamamızı sağlayacak bir anlayışın yansımasıdır. Bütün o köylüleri halkımızın kucaklaması, saygıyla selamlaması gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Tokat Zile’de jandarmanın da bu konuya alet edilmesi çok üzücü, umarız bu yanlıştan bir an önce dönerler.
İç Güvenlik Yasası’nı ekolojik açıdan ele aldığımızda bizi nelerin beklediğini söyleyebiliriz?
Tokat Zile’de ne olduysa, iç güvenlik paketi budur aslında. Ben iç güvenlik paketinin; AKP’nin kendisinin ustalık dönemi diye adlandırdığı bu dönemde (ben bu dönemi doğanın daha vahşi şekilde yok edildiği bir dönem olarak görüyorum) daha da şiddetli şekilde halkın tepkisinin bastırılma kaygısı olduğunu düşünüyorum. Bugün AKP’nin ve hükümetin mevcut politikalarının sürdürülebilirliği ranttan geçiyor. Bu para doğal alanların yok edilmesinden kazanılıyor. Herhangi bir planlama yapılmadan termik santral yapılması, maden tesisleri için milyonlarca ağacın kesilmesi, 3. havalimanı gibi gerçekten Türkiye için yararlı olmayacak bu projeler; 70 tane sulak alanın, 2 buçuk milyon ağacın yok edileceği projelerdir. Bu genel seçimler umarız çözüm üretecek şekilde karşımıza çıkar. Sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok bölgesinde ekoloji mücadelesi gittikçe güçleniyor. Kapitalizm artık hayatlarımızı alt üst etmiş durumda. Gerçekten toprağımızın kirlendiği, temiz besin bulamadığımız, her gün virütik hastalıklarla karşı karşıya kaldığımız bir dönemden geçiyoruz. Toplumsal hareketler artık bu konularda çok daha aktif, çok daha dayanışıyor ve daha da güçleniyor. Bu da tüm dünyada siyasi iktidarları rahatsız ediyor. Bunun Türkiye’deki yansıması da iç güvenlik yasası.
Çok sert ve çarpıcı bir gündemin içindeyiz. Gündem sürekli değişiyor ve dikkatimizi belli noktalara odaklamamız artık çok güç. Sizce halk, hayatında köklü değişikliklere sebep olacak bu ‘doğa savaşı’nda nasıl bir tavır sergilemeli?
Hepimizin hayatında bir takım değişiklikler yapması gerekiyor. Musluğumuzdan temiz su içemediğimiz, temiz hava soluyamadığımız bir dünyada yaşam alanlarımız gittikçe daralıyor. Bu daralmayı engellemek için mevcut siyasal ideolojinin halkın ve doğanın yararına bir yaklaşıma sahip olması gerekiyor. O yüzden, belki de ilk değişimi politik tercihler üzerinden yürütmemiz gerekiyor. Ardından da yaşam biçimlerimizi ‘tüketim’ odaklı olmayacak şekilde düzenlememiz gerekiyor. Ben çok iyi hatırlıyorum; 90’larda annemiz yırtılan çorapları dikerdi ve biz onları giyerdik, hiç de utanmazdık. Gömleklerimiz yırtılınca yama yapılırdı. Geldiğimiz noktada bir çorap bile dikilemez hâle geldi. Ucuz ve kalitesiz ürünlerin üretiliyor olması, bunun doğaya daha çok baskı yapması kapitalizmin beraberinde artı değer yaratmasını da getirdi. Bu nedenle tüketim kültürüne karşı hepimizin tekrar 90’lara dönüp; ki bu bir gerileme değildir, çorabını, söküğünü diken bir yaklaşıma sahip olması gerekiyor. Kentlerimizde de mücadele alanlarını çoğaltmalıyız. Toplu taşıma talepleri, Eymir Gölü’nün yok olmamasını, Artvin’de ağaçların kesilmemesini savunmak gerekiyor. Bu; hayatımızı değiştirmek, taleplerimizi yükseltmek ve kadar sürecinde yer almayı gerektiriyor. Tabii bisiklet tercihini de unutmamamız gerekiyor.
Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce geçtiğimiz günlerde; çevreyi endüstri devrimi yapan ülkelerin kirlettiğine, ancak Türkiye’nin kesinlikle çevreyi kirletemediğine ilişkin açıklamalar yapmıştı. Türkiye’de çevre kirliliği ile ilgili siz neler düşünüyorsunuz?
Sayın Güllüce algı yönetimi konusunda başarısız. Kendisine bu konuda AKP yönetiminden daha fazla eğitim almasını öneriyoruz. Bu çok basit bir söylem; buna 10 yaşındaki çocuk bile güler. Çünkü Türkiye’de bugün çöpler patlama tehlikesiyle karşı karşıya. Ben Sayın Güllüce’yi Van’a davet ediyorum, kendisine Van çöplüğünü incelemesini öneriyorum. Sadece toplu konut projelerini gezip, şaşalı açılışlar yapmak yerine; biraz da çevre problemi yaşayan yerlere gidip kendisinin görmesi lazım. Sayın Güllüce’nin söylemi doğru değil. Aksine Türkiye’de çevre problemleri her geçen gün artıyor. Türkiye’de şuan derelerden akan su içilemiyor. Suyunu arıtmadan içebileceğiniz bir dere yok, hepsi kirlenmiş durumda. Böyle bir durumda ‘Biz kalkınırken kirletmiyoruz‘ söylemi, vicdana ve akıllara sığmıyor.
Güllüce demişken; bakan 2015’e girdiğimiz ilk günlerde 2014’ün ‘çevre yılı’ olduğunu söylemişti. Bunun gerçek olmadığı besbelli, gerçek olmasını çokça isterdik pek tabii. Sizce ‘çevre yılı oldu’ diyeceğimiz yılda Türkiye’de neler olmalı, neler değişmeli?
Biz bu konuda bakanlık için bir çevre karnesi hazırladık. 2014 yılı, hükümetin ustalık dönemi olması sebebiyle, söz verilen büyük projelerin hayata geçirilmek istendiği bir yıl oldu. Ancak bu projelerde gördük ki ne doğanın nasıl etkileneceği göz önüne alınıyor, ne mahkeme kararlarına uyuluyor ne de bu projelerin bilime, akla ve çevresel etkilere uygunluğu kontrol ediliyor. Uyarılara da kulak tıkandığına şahit olduk. Çevre mevzuatında gerilemeler, uygulamalardaki çelişkiler, halkın yatırım sürecine katılımında azalmalar, hava kirliliğinde ve su kirliliğinde artış, kuraklıkta belirgin yükseliş 2014 yılındaki olaylardan bazılarıdır. Bakanlığın 2014 yılı üzerinden yaptığımız değerlendirmede, kanaat notu bile fayda etmemektedir, Bakanlık sınıfta kalmıştır.
Çevre Mühendisleri Odası’nın 2014 yılına ilişkin açıkladığı çevre sorunlarından bazıları şöyle:
Üçüncü havalimanı orman alanı talan edilerek yapıldı
Yüzde 80’i orman alanı olan, 2,5 milyon ağacı barındıran ve 70 sulak alanın bulunduğu bölgede, üçüncü havalimanı yapılması için acele kamulaştırma kararı 2014 Ocak ayının ilk günlerinde Bakanlar Kurulu Kararı ile alınmıştı. Ülkemizin en büyük havalimanı projesine dair normal kamulaştırma sürecinden kaçınılmış süreç yangından mal kaçırırcasına yürütülmüştür. Şubat 2014’de üçüncü havalimanı ÇED Olumlu Kararı’nın yürütmesi mahkeme tarafından durdurulmuş, Bakanlığın yayımladığı 2009/7 Genelgesi kapsamında yeni bir ÇED raporu hazırlanmış ve Bakanlık tam yeni ÇED’e olumlu kararı verirken bölge idare mahkemesi tarafından yürütme durdurma kararı iptal edilmişti.
AOÇ’de hukuk işlemiyor
Atatürk Orman Çiftliği’ndeki (AOÇ) planlar açtığımız davalar sonrasında iptal edildi. 2014 yılında da iptal kararları gelmeye devam etti. Binlerce ağaç kesilerek, hukuk, mahkeme kararları yok sayılarak Saray inşaatı tamamlandı, Ankapark inşaatı devam ediyor.
‘Vazgeçilmez’ projeleri için plan beklenmiyor
Milli Parklar Yönetmeliği değiştirildi, “İçme suyu temini açısından yapımı aciliyet gösteren ve kamu yararı açısından vazgeçilmez ve kesin bir zorunluluk arz eden tesisler için uzun devreli gelişme planı/gelişme planı şartı aranmaz” ifadesi eklendi. Ülke tarihimiz kamu yararı açısından vaz geçilemeyen havalimanları, termik santral projeleri, boru hatları ile doludur. Milli parklar bu madde ile yok edilmekle karşı karşıya bırakılmıştır.
ÇED davaları ivedi yargılama kapsamında alındı
ÇED olumlu veya ÇED Gerekli Değildir kararlarına açılacak davalarda süre 30 güne indirildi. 30 gün içerisinde dev projelerin ÇED raporlarına dava dilekçelerinin hazırlanması gerekecek. Bilimsel, teknik tartışma yapılamayacak. Ankara, Etlik ve Bilkent’te içerisinde yaklaşık 100 MW’lık doğalgaz çevrim santrali niteliğinde yapılar bulunduran hastanelerin kuruluş sürecinde ÇED raporu istenmedi.
Tuz Gölü devlet eliyle, Bakanlığın sessizliği ile yok ediliyor
Tuz Gölü’nün 1. Derece doğal sit alanı olmasına rağmen plansız bir şekilde ihaleler gerçekleştirildi ve Tuz Gölü parsellendi. Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu’nun suç duyurusuna rağmen Şereflikoçhisar ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı herhangi bir işlem gerçekleştirmedi. ÇED raporları mahkemelerce iptal edilmesine rağmen Bakanlık ÇED raporlarını tekrar tekrar onayladı.
Eymir Gölü ranta teslim ediliyor
Eymir Gölü’nün hemen yanına Özel Çevre Koruma Alanı’na otel projesi yapılmaya çalışılıyor. Bakanlık projeyi iptal etmedi ve ÇED sürecini başlattı. Ankara’nın doğal tek yeşil alanı da yok edilme tehlikesi altında. Yırca’da yapılması planlanan termik santral projesinin sahibi firma ağaçları hukuksuzca kesti. ÇED raporunda belirtilmeyen bu uygulamaya hala Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ceza kesmedi.
Gamzegül Kızılcık/Gaia Dergi