Bizi biz yapan faktörlerin ne olduğu ile ilgili birçok fikir ve çalışma var psikoloji literatüründe. Kişilik özellikleri ve benlik gelişimi biyolojik temelli diğer bilimler tarafından da araştırılıyor. Ama ben size sosyal çevrenin etkili gücünden bahsedeceğim. Kendi benliğinizi oluşturan özelliklerinizi düşündüğünüzde bunu yaşadığınız ailenin, toplumun, okulun ve benzeri bir çevrenin etkisinden ayrı olarak düşünebilmek çok da kolay olmuyor, değil mi? Peki, başka bir dünya mümkün mü?
Ünlü bilim insanı Bronfenbrenner’in ekolojik sistem kuramına göre, çocukların gelişimi çevrelerinden büyük oranda etkileniyor. Yani, aile, arkadaşlar, okul, kültür… Yaşamın sonraki evrelerinde de zamanla değişime uğrayarak devam ediyor bu süreçler. Bizi çevreleyen sosyal katmanların gücü bu kadar yüksek iken, çocukları farklılıklarla birlikte yaşamayı becerilen, saygılı, hoşgörülü ve barışçıl insanlar haline getirebilmek zor ama önemli görevlerden biri.
Bir düşünün, sonuçta doğduğumuz andan itibaren çevremizle iletişim halindeyiz. Biraz ayaklanıp keşfe çıkabildiğimiz andan itibaren ise çok büyük olasılıkla başka bir çocukla ilk etkileşimleri yaşıyoruz. Sonrasında gerek anaokulunda, gerek sokakta, gerek aile içindeki çocuklarla bir araya geliyoruz büyük çoğunluğumuz.
Büyüdükçe yetişkinler ile iletişimimiz de artıyor, okul ortamında farklı tecrübeler yaşıyoruz ve yetişkin oluveriyoruz. Birkaç cümlede anlatılan bu süreç aslında sayısız sosyal etkileşim ile dolu. Çocuklar erken çocukluk çağlarından itibaren grup aidiyetini, çevrelerindeki topluluk tarafından belirlenen kuralları ve ahlaki kavramları öğrenip ona göre davranabiliyor. Okul çağına doğru ise adalet ve eşitlik gibi daha farklı kavramlar hakkında fikir sahibi olabiliyorlar. O nedenle, okul öncesi yaşlarda farklı kültür ve çevrelere maruz kalmak çocuklarda olumlu sosyal davranışların gelişmesine yardımcı olur.
Peki bunu nasıl yapabiliriz?
Aslında çok da zor değil. Önce eğitmenlerin kendi bakış açılarını eğitmeleri gerek. Özellikle anaokullarında müfredatta yapılan düzenlemeler buna izin verebilmeli. Mümkünse çoklu kültür ortamlarında (günümüzde büyük oranda ekonomik nedenli ayrışmalar var okullar arasında, hatta bazı çocukların anaokulu eğitimine erişimi olup olmadığından bile emin değiliz pek. O nedenle bu konuyu burada ele almayacağım) eğitim almalı bu çocuklar. Çoklu kültür ortamlarının sağlanmasında sıkıntı çekiliyorsa sınıf ortamındaki bireysel farklılıklar ve bunları kucaklama temalı eğitimlere gidilebilir. Tabi bu süreçte ailelerin de katılımı önemli. Ailelerin kendilerine ait kültürel gelenekleri sınıfta paylaşılabilir.
Bu aynı zamanda çocukların kendi çevre ve kültürlerini tanımalarına da olanak sağlar. Kendini keşfetme sürecinde diğer kültürlere karşı da daha hoşgörülü ve olumlu bir birey olmasına yardımcı olur. Farklı kültürleri işlemek, onların yemeklerine, müziklerine, dillerine, insanların yaşayış biçimlerine, farklılık ve benzerliklerine ve daha nice konuya odaklanmak, bazıları inkâr etse de, sürekli çok kültürleşen, iç içe topluluklardan oluşan dünyada güzel “insanlar” olmalarına yardımcı olabilir.
Böylece geleceğin yetişkinleri de, hangi kültürden olduğumuzu belirleyen şeyin sadece olasılıktan ibaret olduğunu anlayan bireyler olabilirler. İş verecekleri kişinin görünüşüne aldırmayan işverenler haline gelebilirler. Böylece belki, komşularından etnik kimlikleri yüzünden nefret etmez ve “aman çocuğum, onların çocuklarıyla oynama” diyen ebeveynler haline gelmezler. Belki, bir umut, başkalarını olmadık yere suçlamaz ve eşitlikçi olabilirler. Birbirlerini tehdit etmez ve öldürmezler. Hatta en önemlisi, belki de geleceğin yetişkinleri, başkalarının kültürünü veya konuştuğu dili hiçbir zaman küçük görmeyen; bu zenginlikleri kucaklayabilen bireyler olurlar.
Belki de böyle bir dünya mümkündür, kim bilir?