Fotoğrafçı R.J. Kern, sonunda Minneapolis’e yerleşmeye karar verene kadar hayatı boyunca hep yer değiştirmiş. “Hayatım, küçük yaşta ailemin çok fazla taşınmasından dolayı amaçsızca gezinerek geçti” diyor. Bazılarına göre, bir yere gerçekten bağlanabilmek için, orada bilincini değiştirecek bir şeylere ihtiyaç vardır, ancak o zaman “evimdeyim” diyebilir. Kern’ün fikri de bu yönde.
“Yıllar boyunca çok gezmem evrimleşmemi sağladı. Artık bir gezici değil, arayıcıyım.”
Kern, atalarını, kırsal kökenini araştırmak üzere, geçen beş yılda Norveç, Almanya, İrlanda ve İzlanda’ya gitti. Bu ülkeleri gezerken, orada yaşayan insanları ve yaşamlarına destek sağlayan boynuzlu hayvanları gözlemledi. Keçiler, koyunlar ve koçlar. Kern bu hayvanların hem sıradan hem de efsanevi olduklarını söylüyor. Seyahat hâlindeki herhangi biri olsun, onlarla özel bir yakınlık kurduğu gibi, orada yerleşmeye karar veriyor.
R.J Kern’ün bir bağ kurma, dünyayı yorumlama girişimindeki son hamle işte bu oldu: Kutsal hayvanlar, boynuzlugiller.
Hayatta ne yapıyorsak, dünyaya o perspektifle bakıyoruz. Paten süren birisi bahçe parmaklıklarını ya da bankı potansiyel bir “grind” olarak görürken; bir yazar, başkalarından gizlice dinlediği konuşmaları, hikâyesini geliştirecek temel bir kaynak olarak görür. Bir fotoğrafçı dünyayı mercekten bakıyor gibi izler. R.J. Kern’ün de dünyayı yorumlarken coğrafya tutkusundan etkilendiğini açıkça görebilir, tutkuya biraz daha yaklaşırsak; sanat, sanat tarihi ve çevre coğrafyasının harmanlanmış hâlini bulabiliriz. İşte Kern bu perspektifi bulduğu yere demir atmak, orada bir ev ve aile kurmak istiyor.
“Fotoğraflar aracılığıyla atalarımı ve kültürel mirasımı keşfederken geçmişten günümüze bir köprü kurdum.”
Kern, köklerini aradığı seyahati boyunca rastladığı sayısız keçi, koyun ve koçtan çok etkilendi. Koyunlar ve koçlar insan toplumunda köklü bir yere sahiptirler. Yüzyıllar boyunca bu hayvanların bir doğası vardı ancak insanların tabiatına göre şekillendirildiler. İnsanların besin ve gelir kaynağı oldular. Çok çok eski zamanlara gidersek, Yunan mitolojisinde “Altın Post Efsanesi”ni görüyoruz:
Altın Post ya da Altın Pösteki, Yunan mitolojisinde zenginliği ve iktidarı sembolize eden postun adıdır. Mitolojiye göre, denizler tanrısı Poseidon, prenses Theophane’ye âşık olur. Ancak, kızı isteyenler çok olduğu için Poseidon prensesi gizemli Krimissa adasına kaçırır. Kaçırır kaçırmasına ama, öteki sevdalılar kızın izini bulurlar. Poseidon prenses tanınmasın diye onu koyuna çevirir, kendisi de görkemli bir koç kılığına girer ve birleşirler. Bu birleşmenin ardından altın postlu bir koç doğar.
Öte yandan, Phrixus ve kız kardeşi Helle, üvey anneleri onlara tahammül edemediği için türlü tuzaklarla zarar gören iki kardeştir. Kral Athamas, bu beladan nasıl kurtulacağını soruşturur ve kutsal rahiplerle bu konuyu görüşür. Bu sırada kraliçe rahiplere rüşvet vererek çocukların kurban edilmesi gerektiğini krala söylemelerini ister. Kral çocukların kurban edilmesi konusuna tereddütle yaklaşır ancak yapacak bir şey yoktur. Çocuklarını kurban etmek üzere dağa götürür, ancak gökteki ana Nephele, bu cinayeti görür ve oraya Altın Postlu Koç’u gönderir. Koç çocukları almaya gelir ve Anadolu’ya doğru uçarlar. Ne yazık ki Çanakkale Boğazı’nın üzerine geldiklerinde küçük kız Helle aşağıya düşer. Antik Yunanistan’da Çanakkale boğazı bu sebeple Hellespont olarak adlandırılır. Erkek çocuk güvenle teslim edildikten sonra koç kurban edilir ve altın post kutsal bir meşe ağacına sarılarak Kolkhis Ejderhası tarafından korunmaya bırakılır.
Gel zaman git zaman, taht ve iktidar sahibi olmak isteyenler bu postu aramaya çıkar, postu bulabilmek için yol boyunca öfkeli tanrıları, büyücüleri ve canavarları aşmaları gerekirmiş. Bu uğurda insanlar canlarını feda ederlermiş. Zira, altın post zenginliğin ve gücün simgesiymiş; buna değermiş.
…
Mitolojiden günümüze insanlığın hayvanları kullanarak “kendini zengin gösterme” hırsı hiç değişmedi. Gerçek deri, kürk ya da hayvan postuna sahip olduğu zaman gelen gösteriş hâli, kendilerini giydikleriyle ispatlama çabası hatta bunlara sahip olmamanın “basitlik” olarak nitelendirilmesi, tarihler boyunca insanlığın yakasından düşmeyen bir acizliktir.
“Beni bu hayvanlara çeken şey, onların bu vakur hâlleri ve doğuştan gelen güzellikleriydi.”
Kern, bu hayvanları, yaşadıkları kırsal alanda yakalayabilmek için orada yaşayan yerli halktan ve genellikle koyun ve sığır yetiştirme tecrübelerine sahip olan köpek sürülerinden yardım istedi. Fotoğrafları orta boy bir kamera ve aydınlatma donanımları ile çekerken, çeşitli ressamlardan ilham aldı. Albert Bierstadt, Thomas Sidney Cooper, William Holman Hunt ve John Everett Millais’tan etkilenilen bu fotoğraflardaki piktoryalist* özellik göze hemen çarpıyor.
R.J.Kern’in bir sonraki hedefi; insan yapımı yetişme ortamlarında insanların bu hayvanları nasıl algıladığını, insanların hayvanların yaşayışını nasıl etkilediğini, onları nasıl evcilleştirdiğini ve gelecekte de insanın hayatta kalma mücadelesinin bu hayvanları nasıl etkileyeceğidir.
İnsan odaklı olmayan bir dünyada hayvanlar şimdikinden farklı nasıl bir hayat sürecekti? Hayvanın insana hizmet etmek için yaratıldığı algısı olmayan bir dünyada hayvanların gelişimi ne yönde olacaktı? Peki ya şimdikinden farklı olmayan bir dünyada uzak bir gelecekten bahsedersek, bu hayvanlar bu hayatın neresinde olacak, tahmin edebilir miyiz?
“İnsanlar boynuzlugillerin evrimini nasıl etkiliyor? Gelecekte onlara ne olacak, öngörebilir miyiz?”
*Piktoryalist (Resimsellik), 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında fotoğrafçılığa hâkim uluslararası bir stil ve estetik hareketi olan resimselciliği benimsemektir. Bu stil kullanılarak çekilen fotoğraflarda resimsi bir görünüm ortaya çıkar.
Kaynak: Feature Shoot, Altın Postlu Koç, RJ Kern