Tam 60 yıl önce azınlıklara karşı yapılan ayrıştırıcı propagandalar meyvesini vermiş ve Beyoğlu’nda başlayıp azınlıkların çoğunlukta yaşadığı semtlerde başta Rumlar olmak üzere, Ermeni ve Yahudilere ait işyerleri, evler, kilise ve sinagoglar yağmalanmış ve darmadağın edilmişti. Yaşadığımız coğrafya, geçmişindeki hoşgörülü anlayışıyla övünse de günümüzde dahi azınlıklara karşı takınılan tavır ve politikalar bunun tam tersini bizlere göstermektedir. Türk-Sunni bileşeni dışındaki tüm topluluklar bu durumdan fazlasıyla nasibini almış ve hâlâ günümüzde almakta.
Yaşanan olayların fitilini 6 eylül 1955’te Kıbrıs’ta Rumlar ile yaşanan gerginlikler üzerine yalan bir haber ateşledi. Yunanistan ve Türkiye hükümet sözcüleri Londra’da görüşme yaptıkları esnada Selanik’te Yunanlıların Atatürk’ün evine yaptıkları bir bombalı saldırı iddiası ile başta Beyoğlu olmak üzere Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Balat , Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy ve Bebek’e kadar uzanmış hatta Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy’de büyük bir yıkım ve yağma hareketine dönüştü. Ellerinde balta, kazma ve sopalarla sokağa dökülen kalabalık başta Rumlara ait toplamda 4 bin 214 ev, bin 4 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel vb. 5 bin 317 yer tahrip etti. İstanbul’da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi. Resmi kaynaklara göre 11 kişi hayatını kaybetmiş ve 32 kişi ağır yaralanmışken gayri resmi rakamlara göre 15 kişi yaşamını yitirmiş ve 300 kişi yaralandı. Dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik yaşanan olaylar için, “Galiba dozu kaçırdık” ifadelerini kullandı.
Olayların ardından, Türkiye’de yaşayan binlerce Rum, Türkiye’den göç etti. Nüfus mübadelesi sonucunda 1925 yılında yaklaşık 100 bine düşen İstanbul’daki Rum nüfus, 2006 yılında 2 bin 500 kişiye kadar düştü.
Menderes hükümetinin azınlıklara karşı baştaki liberal politikası, gittikçe zorlaşan ekonomik koşullarla değişti ve ilişkiler gerginleşti. Özellikle Kıbrıs’ta ki olaylarla birlikte 1953’ten itibaren gazetelerde Patrikhane ve Rumlara karşı başlatılan kampanya, 6-7 Eylül olaylarından evvel doruğa ulaştı. Rumlara yöneltilmiş gibi görünen saldırı, aslında tüm azınlıkları içine almaktadır, Rum burada sadece bir örnektir. Gazetelere göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden gayrimüslimlerdir. 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs ile ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59’u Rumlara aitken, kalan yüzde 17’nin Ermenilere, yüzde 12’nin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
O dönemler de ana akım medya yine üstlendiği görevi çok iyi bir şekilde yerine getirmiştir. Türkiye’de en çok satan gazete olan Hürriyet’in başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu. Bunun yanı sıra İstanbul Ekspres gazetesi daha olay gerçekleşmeden iki saat önce, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskısını yaptı. Tirajı 20 bin civarında olan gazete 6 Eylül’de 290 bin bastı. Aynı şekilde Devlet Radyosu’nda da yer verilen haber işlerin çığırından çıkması hususunda büyük rol oynadı. İstanbul Express gazetesinin yaşanan olaylardan önce kağıt stoku yaptığı da iddialar arasında yer almaktadır.
Yaşanan olaylarda Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin payı büyüktür. “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” (KTC) adına yayınlanan deklarasyon yanı sıra çeşitli öğrenci birliklerinin yayınladığı bildiriler doğrultusunda da Taksim Meydanı’nda bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’ne yönelerek buradaki gayrimüslimlere ait iş yerlerinin camlarını kırdı. Olayların kontrolden çıkması üzerine Adnan Menderes Sapanca’dan çağrıldı ve sıkıyönetim ilan edildi. Olaylarla ilgili olarak önce 3 bin 151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5 bin 104’e yükseldi. Aynı zamanda İzmit, Sakarya ve Bilecik gibi şehirlerden yağma için gelen birliklerden bazıları Haydarpaşa Garında yağmaladıkları eşyalar ile yakalandı.
Yaşanan olayların tesadüf olmadığı ve planlanan bir eylem olduğu bugünlerde daha iyi bir şekilde anlaşılabiliyor. Olayların bir ay öncesinde Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti faaliyetlerini artırır ve dönemin başbakanı Adnan Menderes’in ilgili toplulukla sıkı ilişkileri olduğu da bugün bilinen gerçekler arasında. Olaylar yaşanmadan önce Ankara, İstanbul ve İzmit gibi büyük kentlerde sıkı yönetim ilan edilmesinin planlandığı da günümüze ulaşan bilgilerden. Özel Harp Dairesi (ÖHD) Başkanı, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulunda üst düzey görevlerde bulunmuş emekli Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun gazeteci Fatih Güllapoğlu’na yaptığı bir açıklama, itiraf niteliği taşımaktadır. Sarf ettiği sözler şu şekildedir;
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (…) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al…
-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?
-Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-E, evet Paşam!…”
O dönemlerde yaşanan olaylarda Lefter, Toto Karaca ve Ara Güler gibi ünlü isimler de nasibini almıştır. Lefter yaptığı bir açıklamada yaşadığı o kötü anları şu sözlerle aktarmıştır: “5 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. (…) Çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”
Yaşanan olaylar her ne kadar o döneme aitmiş gibi görünse de 30’lu ve 40’lı yılların politikalarının bir uzantısı olarak karşımıza çıkmakta. 30’lu yıllarda Ermenilere, Kürtlere ve Yahudilere uygulanan zorunlu göç ve iskan politikalarının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Anadolu’nun homojenleştirilmeye çalışılması meyvelerini büyük bir yıkım hareketi şeklinde vermiştir. Günümüzde dahi benzer politikaların uygulandığını görebilmekteyiz. Yaşananlardan sonra bizlere kalan ise bu utançla yaşamak olmuştur.