Geceleri şiirlerden tekrar doğan, bütün yıkıcı ideolojileri gökyüzünden silip onları maviye boyayan adam, Cemal Süreya…
Cemal Süreya, yazdığı şiirleriyle kaleme aldığı ince yazılarıyla bizi edebiyat sarhoşu yapıyor. O vakit bu incelikler antolojisinin hayatına bir göz atalım.
Asıl adı Cemalettin Seber’dir. 1931 yılında Erzincan’da doğdu.Zaza Alevi asıllıdır.1938 Dersim isyanı sonrasında ailesi Bilecik’e sürgün edildi. Cemal Süreya bu sürgünü şu şiiriyle dile getirmiştir:
“Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu.”
Daha sonra eğitim hayatına farklı şehirlerde devam eder. Son durak Ankara Üniversitesi maliye ve iktisat bölümüdür. Bu bölümü bitirdikten sonra Maliye Bakanlığı‘nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’nda kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur.
9 Ocak 1990′da usta şair ve yazar Cemal Süreya, hayata veda eder. Ama onu her okuduğumuzda küllerinden tekrar doğup şiir içinde şiir ürettiği hissine kapılıyoruz.
Cemal Süreya’nın şiir aşkı, annesinden dinlediği masallarla oluşturulmuştur: Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun… Daha sonra onda sonsuz bir okuma aşkı oluşmuştur.
Cemal, bu 59 yıllık ömrüne yasa tanımaz şiirler, politik köşe yazıları, yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik, dergiler ve daha nice şey sığdırmıştır.
Bir gün arkadaşıyla girdiği iddia sonucu Süreyya olan soyadını Süreya olarak değiştirmiş “Süreya” soyadı ilk kez 1956 yılında yayımlanan “Elma” şiirinde görülmüştür.
Daha sonra bir süre İkinci Yeni hareketinde yer alan Cemal Süreya geleneğe karşı olmasına karşın geleneğin diri değerlerinden yararlanmayı savundu; şiirinde bunu en güzel kullanan şairlerden birisi olmuştur. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini verdi.
Cemal Süreya, bir şairden ziyade çok okuyan bir aydındır. İlkokulda başlayan okuma macerası, onun içinde müthiş bir birikime neden olmuştur. Aynı zamanda Dostoyevski hayranıdır. Bir mektubunda şu ibareleri kullanır:
“Dostoyevski’yi okudum, o gün bugündür huzurum yok.”
Şiirlerinde her zaman duruşunu dile getirmiş, kadına, aşka, ülkeye bakış açısını hiç bozmamıştır. O, sürrealist resimlere ve onlardan etkilenerek yazdığı şiirlerle edebiyatın temel taşlarından biri olmuştur.
Cemal Süreya, Yazmam Daha Aşk Şiiri adlı şiirini ressam Marc Chagall’ın bir resminden etkilenerek yazmıştır.
“Sığınacak yer kalmadı
Chagall’daki eşeğin gözünden başka”
mısraları Chagall’ın “I and the Village” adlı tablosundan esinlenilerek yazılmıştır.
Cemal’in düşünceleri şiire sığmayınca o da dünyayı yazmaya, anlatmaya başlamıştır. Onun bu kaotik süreçte düşünce yüklü bir yazısına değinmek istiyorum:
Thomas Mann’ın faşizm üstüne bir cümlesini anımsıyorum: “Faşizm bir ideoloji değil bir kötülüktür” diyordu. Sanırım, faşizm üstüne söylenmiş en anlamlı sözlerden biri budur. Nedir faşizm? Üstünde en çok birleşilen tanım şu: Proletarya devriminin ortaya çıktığı sıralarda beliren büyük sermaye diktatörlüğü. Şimdiye dek gelip geçmiş siyasal devinimler içinde fotoğrafı en çok çekilmiş olan bu olay üstüne birçok tanıklık var. Sözgelimi ünlü İtalyan filozofu ve estetikçisi Croce’yi dinleyelim: “Faşizm Avrupa’nın törel sayrılığıdır.” Vermeil’e göre de tarihsel ulusçuluk deviniminin bir yerde düğümlenmesi, geçici bir ürün olarak görmek gerekir onu.
“Belli tarihsel koşullar içinde yeni bir yönetici ‘seçkinler’ topluluğu arayışı…” J. Monnerot söylemiş bunu. Onun görüşünü H. Arendt’in tanımıyla tamamlayabiliriz: “XX. yüzyıla özgü olan totalitarizmin siyasal yüzüdür faşizm.”
Toplumbilimci Gurvitch de teknik-bürokrat koşulların bir ürünü olarak görüyor faşizmi. Onun tanımı da şöyle: “Teknik-bürokrat toplumun siyasal bir dışavurumu.”
Mannheim: “Us dışı güçlerin siyasa sahnesini basması…”
Amerikalı filozof Marcuse’ün de ilginç bir tanımı var. Ona göre de, faşizm, “yeni tekelci temelle eski liberal ideoloji arasındaki çelişkinin belirtisi”dir.
Faşizm Avrupa’da ilk olarak demokrasinin eleştirilmeye başlamasıyla yaygınlaşmıştır. Mussolini, Machiavelli’nin Le Prince’inin bir baskısına yazdığı “Halk Hiçbir Zaman Egemen Değildir” başlıklı sunu yazısında özetle şöyle diyordu: “Aradan dört yüz yıl geçtikten sonra Le Prince’ten günümüze diri olarak ne kalmıştır? Machiavelli’nin öğütleri çağdaş devletlerin yöneticileri için hâlâ geçerli midir? Machiavelli insana karşı çok kötümser. Bunda da haklı. Le Prince sözcüğünü Devlet olarak düşünmek gerekir. Halk nedir? Halkın bir tanımı yapılamaz. Soyut bir kavramdır, nerde başlayıp nerde bittiği belli değildir. Egemenlik hakkının halka tanınması da acı bir şakadan öteye gidemez.”
Nietzsche de efendiler ve köleler ayrımını Machiavelli’den çıkarmış, onun gibi bu ayrımı bir ırk sorununun üstüne oturtmuştur. Nietzsche’ye göre yalnız büyüklerin (soyluların, kahramanların) bir anlamı vardır; öbür insanların tümü kitleyi meydana getirirler. Kitle nedir? “İnsanlığın kumudur bunlar: “Hepsi de eşit, hepsi de ufak, hepsi de yuvarlak… Kitle yalnız büyük adamların kopyası olduğu zaman benim dikkatimi çekebilir. Ötesi şeytanın ve istatistiğin işidir, o kadar.”
Faşist düşünceler, İkinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra bu kez ırktan ayrı temeller de aramaya başlamıştır. Çoğunca da spiritüalist bir yörüngeye girmiştir. Elbet bu yeni yönsemeler içinde de seçkinin yararına kitleyi yadsıma eğilimi ağır basıyor.
Faşistler arasında, sanatçıların ve sanatseverlerin yalnız seçkinler içinde toplandığını bir kanıt olarak ileri sürenler de olmuştur. Bernard Shaw, zenciler konusunda, Amerikalılara aşağıdaki sözleri söylerken bu kanıtın nice dayanıksız olduğunu da göstermiş oluyordu: “Hem adamları ayakkabı boyacısı olmaya zorluyorsunuz, hem de sadece bu işe elverişli oldukları sonucuna varıyorsunuz.” Simone de Beauvoir, Shaw’un bu cümlesini alıyor ve ekliyor: “Bugün bir usta işçinin niçin Swannların Semtinden gibi bir kitap yazamadığını, hatta o kitabı niçin kolayca okuyamadığını daha iyi anlıyoruz.”
Tarihi bozmak… Batı’da faşistlerin kullanmayı pek sevdikleri bir söz olmuştur bu. Geçmişin tarihini bugünün gereksinimlerine göre yeniden kurmak anlamını taşır. Tarihi, bir propagandanın gereklerine göre yorumlamak da diyebiliriz.
Hitler, Kavgam’da, siyasal propaganda ile ticari reklam arasında bir karşılaştırma yapar: “Yeni bir sabunu övmek için yapılan, ama başka iyi sabunların da olduğunu belirten bir afiş karşısında ne yapılır? Omuz silkilir.”
Faşizm, siyasal propagandayı reklam ilkelerine göre ayarlamış, tarihi, nesnel gerçeği yalnız kendisine elverişli gelecek biçimde bozmuştur. Evet, bir ideoloji değil, bir kötülük!
Cemal Süreya
Kaynak: İnsan Okur