36. İstanbul Film Festivali ve 28. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde, bir film birçok kişinin dikkatini çekti. İlk filmiyle bir yönetmen, kadro yıldız dolu… Enteresan bir film izleyeceğimiz baştan belli olmuştu. “Martı” festivalin ilgi çekici filmlerinden bir tanesi oldu. Filmin enteresan senaryosu, karakterlerin beklenmedik değişimleri, benim kendi keşfettiğim farklı metaforlar, oyunculuklar… Kısacası farkı olan, farklı duygu geçişleri yaşatan bir filmle karşı karşıya kaldım.
Birçok dizi ve filmde yardımcı yönetmenlikten sonra ilk uzun metrajlı filmiyle sinemaseverlerin karşısına çıkan sevgili Erkan Tunç ile bir araya geldik. İrem Sak, Onur Buldu, Öner Erkan ve Sahra Şaş gibi oyuncuları buluşturan “Martı” filmiyle festivallerin ardından izleyicinin karşısına çıkacak olan Tunç ile ilk uzun metrajlı filmine, film çekimlerine, sinema sektörüne, festivallere ve yeni projelerine dair uzunca bir sohbet gerçekleştirdik.
Vizyona girdiğinde mutlaka takip etmeniz gereken filmlerden bir tanesidir Martı, notunuzu alın. Şimdi Erkan Tunç ile filmi konuştuğumuz sohbetimize hızlıca başlayalım…
“Beni bu yolda güçlü hissettiren, çevremdeki insanlar oldu.”
“Martı” ilk uzun metrajlı filminiz, ellerinize sağlık öncelikle. Daha önce pek çok dizide yardımcı yönetmenlik yaptınız. Peki sizi yönetmen olmaya götüren süreç nasıl başladı ve ilerledi?
Çok teşekkür ederim. İşin içinde olunca, film çekmek istiyorsun zaten. Filmi de size çevreniz çektirir gibi geliyor bana. Benim çevremde de oyuncu arkadaşım çok olduğu için benim içimde film çekme isteği hep vardı. Birileri bir şeyler yaparken, sen de bir şeyler yapmak istiyorsun ve varsa bir yeteneğin yapıyorsun. Tek başıma olsaydım, çevremde bu kadar insan olmasaydı belki de yapamazdım. Beni bu yolda güçlü hissettiren bir çevrem oldu. Onların desteğiyle de filmi yapmak istiyorsun zaten. Senaryon varsa ve iyiyse, oyuncun da hikâyeyi sevdiyse, filmi çekersin. Zaten yapımcı da bir şekilde her şey tamamsa “okey” der.
Martı’nın hikâyesi nasıl ortaya çıktı?
Bir gazete haberi okumuştum. Ama o haber biraz farklıydı tabii. Üçlü bir ilişki vardı ve o çiftlikte çalışan diğer adamı öldürme mevzusu ile ilgiliydi. Filmin hikâyesini de o haber üzerinden oluşturdum. Ama senaryoyu yazarken bir yerde takıldım. Filmdeki “Nurgül” karakterini o hikayedeki karakter gibi yazmadığımı ve üçlü ilişkiye götüremeyeceğimi fark ettim. O sırada kümese bir martı girdi ve işler değişti aslında.
Filmde sıkıcı hayat yaşayan iki karakterin yanına, bir anda iki eğlenceli karakter geliyor. Bu sırada da birçok yüzleşmeye şahit oluyoruz. Filmin bu noktasında insan ilişkilerine ve insanların sınırlarını aşması gerektiğine bir vurgu var mı?
Çok basit düşündüm orayı açıkçası. Biri gelir ve hayatı değiştirir mevzusundan yola çıktım. O kişinin de beklenen kişi olması ya da olmaması ayrı bir sürpriz. Ama dediğiniz şey çok doğru, oraya ufak bir vurgu var.
“Oyuncunun, o rol ile ilgili kafasında bir şeyler canlandırmış olmasına güvenirim.”
Film hazırlığında en sıkıntılı süreçlerden bir tanesi de oyuncu seçimi. Çevrenizdeki oyunculardan bahsettiniz ama rollere uygun oyuncuları seçerken nelere dikkat ettiniz?
Filmin senaryosunu seven ve filmde oynamak isteyen oyuncu, en iyi oyuncudur bence. O rol ile ilgili kafasında bir şeyler canlandırmış olmasına güvenirim. O güvenim, bu filmdeki oyuncular için boşa çıkmadı. Hikâyeyi yazdıktan sonra ilk okuyanlardan birisi Öner Erkan‘dı. Okurken “Rıza karakterini kim oynayacak?” diye sordu. Ben onun kafasında bir şeyler döndüğünü anladım ve “Rıza’yı sen oynayacaksın.” dedim. Öner, Rıza olarak kaldı ve filmin yapım sürecinde de hep birlikteydik. Film için beraber ne yapabiliriz diye düşündük. Bir taraftan diğer karakterler kim olsun diye bakındık. O sırada “Yakup” karakteri için Onur Buldu’ya ve “Nurgül” karakteri için İrem Sak’a okuttuk senaryoyu. Onlar da sevince o karakterler onların oldu. Ardından diğer oyuncular da filmin hazırlığında belli oldular.
Onur Buldu ve Öner Erkan ile okuldan arkadaşlığınız da varmış sanırım.
Öner ve Onur oyunculuk, ben yazarlık bölümündeydim. Ortak derslerimiz vardı. Çok iyi arkadaştık ve beraber bir şeyler yapmak istiyorduk. Arkadaşlık bağımız olmadığı için birbirimize iş ilişkisi olarak bakmadık hiç. Ama bir süre sonra beraber de bir projemiz olmasın mı, olsun dedik.
Yakup ve Nurgül karakterleri daha ön plana çıkan karakterler gibi. Onlar için nasıl bir uğraşınız oldu?
Filmin asıl çıkış noktası Mediha karakteri aslında. Hikâyede tam değişim gösteren Mediha oluyor. O üç karakter, Mediha’nın değişimine yol açacak aslında. Ama Nurgül bana daha yakın bir karakter olduğu için daha ön planda görünüyor, hikayesi ve diyalogları olsun.
Beni de en çok etkileyen karakter oldu Nurgül. Sevgili İrem Sak da çok iyi oynamış. Nasıl bir çalışma yaptınız oyuncularla?
İrem sinsi sinsi çalışmış Nurgül’e. (Gülüyoruz) Her oyuncuyla ayrı ayrı çalıştık zaten. Oyuncu koçlarıyla birer hafta çalışabildiler. Ama oyuncu milleti alttan alttan çalışır zaten. İnsan işiyle yargılanır sonuçta. Onlar da işlerine iyi asıldılar, keyifli çalıştık. Oyuncu olmak çok zor bir şey bence. İşin yoksa, oynayamıyorsun. Normal hayatta mutlaka bir karışıklık çıkar. Bir şekilde oynama isteği oluyor içlerinde. Boş ve işsiz kaldığımız dönemleri biliyorum. Her şey şova dönüşüyor, çünkü oyuncusun ve gösterme eğilimin oluyor. Nurgül karakteri zaten oyunculuk yapıyor ama bırakmış. Nurgül karakterinin oyuncu olması inandırıcılığını artırıyor.
O şiir sahneleri de çok güzel olmuş. İrem hanım yine o sahnelerde muhteşem. Fragmanda da “Sevdadır” şiiriyle başlangıç çok güzel olmuş.
Teşekkürler. Arkadaş Zekai Özger’in “Sevdadır” şiiri güzel yakıştı. Fakat o dizede “Seni ben her yerinden öperim, bunu unutma.” orası aslında. Biz beni unutma yaptık. Hatırasından özür diliyorum kendisinin.
Cahit Koytak’ın Futbol Oynayan Çocuklar şiirini okuduğu bir sahne var İrem’in. O sahnede motosikletin sesi de var ve ben o sahnede yüksek sesle okuyacağını düşünmemiştim. İstem dışı geliştiği için planladığım gibi olmadığını düşünmüştüm. Ama izlerken onun o sahneye çok yakıştığını düşünüyorum. Oyuncuya alan açmak, filmin menfaatinedir. Mesela Çehov’un Martı oyunundan tirad sahnesi var. Bir kadın oyuncu Nina’yı oynamak ister. Nina olursa, oyuncuyu kazanırsın. Ben senaryo ve oyuncu performansı olarak gördüm filmi daha çok.
“Filmin gerçek müziği Bolero’dur.”
Filmde bir buz pateninde kayma sahnesi var. Nerede olduğunu söylemeyelim, sürpriz olsun. O sahnenin filmle olan bağlantısını nasıl oluşturdunuz?
Bolero’dan dolayı kullandım o sahneyi. Ama çocukluğumda da unutmadığım bir bale gösterisine de ithaf var. Filmin gerçek müziği Bolero’dur. Tek bir melodinin farklı enstrümanlarla çalınması gibi. Kadına dair bir beste olduğu için hikâyeye çok uygun geldi. Yazarken de beni çok rahatlattı.
Filmin hikayesinin geçtiği tavuk çiftliğini bulmak çok zaman aldı mı?
Prodüksiyon maşallah hemen buldu orayı. Enteresan şekilde, senaryoda olduğu gibi üç tane kümes, iki ev, iki aile ve bostan vardı. Bir diğer enteresan şey de ilk gün gittik, mekânı gezerken radyoda Bolero çalıyordu. Dedim ki, burası bizim için, kesinlikle çekeriz bu filmi. Her şeyin denk gelmesi, çekimi yapabileceğine daha da inandırıyor insanı.
Kocaeli-Karamürsel’de o çiftlik. Ben İzmir-Torbalı’ya daha önce akrabamızın yanına gitmiştim. Oradaki resim aklımdan hiç çıkmadı ve hikâyenin geçtiği yer olarak orayı seçtim.
O ağacın olduğu yeri ben hastane metaforu olarak düşündüm aslında, Yakup karakterinin şifahanesi gibi…
Evet onu çok söyleyen oluyor, filmde de hikâye biraz o yönde. Yakup çok tuhaf bir karakter. Türkiye’de o kadar çok var mı o karakterden. Erkekler çok saklar, gizler. Kadın bırakır gider mesela, söyler lafını. Kadınların kafası çok farklı çalışıyor. Erkeklerde de olabilse o kafa keşke.
“Senarist olan yönetmenler bana daha yakın geliyor.”
Çekim süreciniz nasıl geçti?
Kümes çekimlerinde koku olduğu için o biraz bizi zorladı. Ama iç çekimleri 2 gün içerisinde hallettik. Dış çekimleri 10 günde çektik. Tek mekan olduğu için bir karavanımız vardı. Zaten küçük bir ekiptik. Herkes birbirini tanır hale gelince rahat bir çekim ortamımız oldu.
Genç bir sinemacı olarak, tarzını örnek aldığınız veya sevdiğiniz yönetmenler var mı?
Senarist olan yönetmenler bana daha yakın geliyor. Akira Kurosawa’yı çok severim. Herkesin sevdiği bir yönetmen ama Woody Allen’a hayranım. Çok ilginç bir adam. 80-90 yaşında ve hala aşkla film çekiyor. Ne yaparsa yapsın, kötü olamaz.
“Gergin bir sinemamız var ve o gerginlikten çıkmamız gerekiyor.“
Yeni dönem Türk sineması nasıl gidiyor sizce?
Bir şeylerin değişeceğine inanıyorum. Bizde ilginç bir şekilde festival filmi ve gişe filmi ayrımı var. Ama ben kulağımı, gözümü kapayıp her zaman senaryomu yazayım, ne kadar yeteneğim varsa, oyuncularımı bulayım ve güzel bir film çekelim diyebiliyorum. Buna festival mi der, gişe mi derler beni ilgilendirmez. Filmde de aslında bu klişeyle biraz dalga geçtik. Bir dakika top yuvarlıyoruz, ama o topu bir yere bağlıyoruz. Bu seçenek tabii, herkes istediğini yapmakta özgür. Ama ben klişe sıkıntılara gelemiyorum. Gergin bir sinemamız var ve o gerginlikten çıkmamız gerekiyor gibi geliyor bana. Eğlence de olsun içinde.
Kürt kökenli biri olarak söyleyeyim. Çok o toplara girmedim. Kürt filmi yapmayı düşünüyorum, inşallah polisiye olur. Kürtlerin komik insanlar olduğunu düşünüyorum. Bütün kürtler ezilen insanlar değil. Ben değilim şahsen, babam da komik biridir. Köyümüz yakıldı, o da filmlerimde olacak.
Dizilerde de yardımcı yönetmenlik yapmış biri olarak, sinema ve dizi arasındaki zorlukları nasıl ayırt edebilirsiniz?
Dizi her zaman daha sıkıntılı bir iş. Çok severek yaptım o işi de. Ben sabaha kadar da sette çalışırım, sete aşık biriyim. Sendikalarla da pek işim olmaz. Filmin menfaati en önemlidir. Yaptığımız iş temiz ve güzel çıksın. Herkes işini hakkıyla, temiz yapsın; daha sonra hakkımızı arayalım, eğer hakkımız verilmiyorsa. Bu algı bizde bence çok yanlış gidiyor.
Bu sektörde yer almak veya yönetmen olmak isteyen gençlere, ilk filmini çekmiş bir yönetmen olarak ne önerirsiniz?
Ne yapabilirlerse sonuna kadar yapsınlar. Biraz da yapımcıların açık olması lazım. Çok fazla insan var ve yapabilip yapılamama durumuna göre elenmesi gerekenler var. 15 sene yapmak isteyenler var mesela, ama yapamıyor. Ama istemeye hala devam ediyor, yapamadığı için. O filmi yapmasına şans tanınsın, yapamadığını görsün ya da yapabiliyorsa yapmaya devam etsin. Film yapmanın giderek zorlaştığı bu dünyada, biraz daha kolaylaşması lazım.
En İyi Senaryo ve İrem Sak ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü aldığınız “28. Ankara Uluslararası Film Festivali” hakkında neler dersiniz?
Güzel bir seçki oluşturulmuş. İyi isimler ve iyi filmler buluşmuş. Jüride kaliteli isimler bir araya gelmiş. Ama Ankara halkının biraz daha ilgi göstermesi lazım festivale, çünkü güzel bir iş yapılıyor ve değer verilmesi lazım. Yurt dışından daha çok konuk gelmesi güzel olabilir. Filmimizle ilgilenilmesi güzel bir şey, güzel bir söyleşi yaptık. Ödüle değer görenlere de çok teşekkür ederiz.
Martı’nın vizyon tarihi belli mi, başka festivallere de gitmeyi düşünüyor musunuz?
Birkaç festivale daha başvuracağız. Yurt dışından bir festivalden de istediler, görüşme aşamasında. Vizyon için Eylül-Kasım 2017 civarı düşünüyoruz, çok fazla değişim olmazsa.
Netleşen yeni projeleriniz var mı?
Başka senaryolar da var, yeni projelerimiz de var. 8 bölümlük bir dizi işimiz var, internette olacak. Yine bizim ekip olacağız. Sonbahara doğru çekmek istediğimiz bir şey var, onu da yapabilirsek şahane olacak. Basit ve etkili olmaya çalışıyoruz. Kendimizi çok yormadan ama güzel de bir iş çıkararak bir şeyler yapacağız. Onu yapma gücü var ama, o fırsatı bulmak zor oluyor bazen.