Edebiyat adına 2019 öykü kitapları yılıydı diyebiliriz. Yılın ilk çeyreğinden son çeyreğine peş peşe gelen öykü kitapları yeni şekillenmeye başlayan, yeni edebiyat anlayışı açısından bayağı heyecanlandığımız, umut verici bir yıldı. Yılın son çeyreğinde gelen bir Ezgi Polat kitabı olan Hiçbir Yerin Ortasında, başta anlatmak istediği konularla, bu konuları kurgulayış şekliyle, her şeyden bağımsız bir şekilde yeni bir anlatım türünü deneyerek, dili, tekniği son derece sağlam bir öykü kitabı olarak raflardaki yerini aldı ve yılın en iyileri arasına giren öykü kitaplarından biri oldu.
Kendisiyle çok güzel bir söyleşi gerçekleştirdim. Bu kapsamlı ve çok güzel geçen söyleşiyi okurken Ezgi Polat’ın öykü anlatıcılığını ne kadar çok sevdiğini ve son derece sağlam adımlarla edebiyatımız adına yol kat ettiğini göreceksiniz.
Buyurun Lütfen
–Ezgi Polat’ın yazı ile iletişime geçme isteği (insanlarla, dünyayla) ilk ne zaman başladı? İlkokulda mıydınız mesela yazma çukuruna ilk düştüğünüzde? Bu büyülü alanın içine dalma ve ne yaparsanız yapın oradan çıkamama hali ne zaman başladı?
Evet ilkokuldaydım. Eski defterleri karıştırdığımda yazdığım öykülere rastlıyorum. Yine de bu duruma bir milat belirlemek çok hoşuma gitmiyor. Bir şeyleri yazı ya da müzik aracılığıyla ifade etmek benim bir parçammış gibi hissediyorum. Böyle olunca içinden çıkamıyorsunuz zaten.
-Merak ettiğim şey şu aslında Endüstri Mühendisliği bölümü mezunusunuz. Tercihleriniz, istekleriniz yazma konusunda sizi nasıl tetikledi? Çünkü çalışırken, iyi bir işiniz varken bu işten çıkıyor ve sadece yazma, yazarak varlığınızı idame ettirme yolunu tercih ediyorsunuz. Çok zor. Kendimden biliyorum
İyi bir iş kavramı nedir, ondan çok emin değilim. Yazma emeğinin de gerçek bir karşılığının olmasını isterdim ama maalesef durum böyle değil. Şimdi yeniden çalışmaya başladım, çok yoğun bir işim var, okumaya yazmaya fırsat yaratabilecek bir düzen kuramadım henüz. Ama her seferinde bambaşka pratiklerin bana kattıklarını bir başka dünyada keşfetmek, onların yaşamımdaki yansımalarını, şeyleri algılayış biçimimi nasıl etkilediğini fark etmek beni mutlu ediyor. Hiçbir şey boşuna değil ve bu akış zor da olsa güzel.
-Öyküleriniz ilkin dergilerde, fanzinlerde yayınlanmaya başlıyor. Dergilerin bu yolculukta size kattığı şeyler ne oldu? Çünkü yayın dünyamızda dergicilik üvey evlatlık gibi pek görülmüyor/görmezden geliniyor.
Herkes her şeyi göremez. Böyle bir zorunluluk da yok elbette. Herkes gördüğünü kendi içinde bir dönüşüme sokup orada zenginleşebiliyorsa bu kâfi, kıymetli de. Yayın dünyamızdan kastın ne olduğunu açmak lazım. Yazarlar mı? Yayıncılar mı? Okurlar mı? Ticari bir çıkar elde etmek zorunda olan kurumlardan çok bir şey beklememek gerek. Onlar değer verse de kapitalist düzenin dayattığı vahşi isterleri yerine getirmek durumunda. Bence yazarlar da edebiyata gönülden değer veren okurlar da dergileri görüyor, önemsiyor. Elbette bu kısıtlı bir kitle ve dergilerin hayatta kalması için yeterli olmuyor.
-Hiçbir Yerin Ortasında. 6 öykü. 94 sayfa. İsmiyle, kapağıyla, öykü sayısı ve sayfa sayısıyla minimal bir kitabı elime aldığımda çok heyecanlanıyorum. Minimal olmasına karşılık dolu dolu metinler, öyküler ile karşı karşıyayım çünkü; bir okuyucu olarak bunu hissetmek heyecanlandırıyor beni. Ezgi Polat özelinde sorarsam nasıl bir zamandı sizin için bu öyküleri yazma süreci? Ya da nasıl bir süreçten geçiyordunuz öykülerinizi yazarken?
Her bir öyküyü farklı farklı dönemlerimde defalarca yazdım. Bu yüzden birbirinden çok ayrı gibi görünen duyguların ve ruh hallerinin etkisi altında kalmış olabilirim. Ama nihayetinde metni kendi teknik kriterleri ve duygusu içinde değerlendiriyor, öyle hareket ediyorum. Bununla birlikte bir metinle çok fazla uğraşırsanız her seferinde başka bir şey keşfetme fırsatınız oluyor. Bu öyküler için işlerin böyle yürüdüğünü söyleyebilirim. Genel olarak hayatımın epey zor bir dönemiydi diyebilirim.
–Yukarıdaki soruyu biraz açmam gerekiyor şimdi. Kitabınıza ismini de veren Hiçbir Yerin Ortasında Sebastiao Salgado’dan bir alıntıyla açılıyor. Kaybolmuş, içi mühürlenmiş bir adamın öyküsü. İnsanın ruhen dağılışının, sonra toparlanmaya çalışmasının ama hayır yapamayışlarının öyküsü bu. Öykünün şimdiki zamanına döndüğümüzde ailesiyle beraber çok güzel bir yerde olsa da zihnin psikolojisi, duyguların yarattığı psikoloji insanın peşini bırakmıyor. Gidiyoruz bir yerlere (ya da dönüyoruz da diyebiliriz bunun için) ama kendi öykümüzün içinde yaşamak için gidiyoruz günün sonunda değil mi? Bu anlamda sürekli bir umut propagandasıdır gidiyor ama çaresiziz, umut veya mutluluk bir an için görebildiğimiz bir ışık huzmesi sadece diyebilir miyiz?
Elbette kendi öykümüzün içinde yaşayacağız, aksi mümkün değil zaten. Bence umut hep var ama derinlerde, vakti gelince yüzeye çıkıyor, bize kendini gösteriyor ve tekrar derine inerken peşine takılıp gitmemizi istiyor. Yapıyoruz da. Yoksa yaşamak pek mümkün olmazdı. Önemli olan da bizi o yolculuğa çıkarması. Gittiğimiz yerde her şeyin muhteşem olacağını vadetmeden.
–Kıyıya Vuran. Bu öykünün katmanları biz okuyuculara aktardığınızdan daha fazla. Öyküde bir çocuk var çünkü. Doğan. Öyküde çok fazla hayal, çok fazla hayal kırıklığı, çok fazla umut, umutsuzluk fakat birçok noktada da belirsizlik var. Öykünün hissettirdiği belirsizlik duygusu belki de (biz okuyuculara bunu açık açık vermemenize rağmen) içi şiddet dolu bir öykü olduğundandır. Doğan’a annesiyle ilgili hiçbir şey söylenmiyor mesela. Fakat hissediyor o, farkındalığı inanılmaz derecede yüksek ve bu durum acayip bir büyüme hikayesini de beraberinde getiriyor. Öykülere çocuklar girdiğinde niye bu kadar ürperiyor ve içinde büyüme umudu taşımamıza rağmen bir belirsizlik kuyusuna düşüyoruz?
Çocukluk yaşamımızın temellerinin şekillendiği yer. Çocukluk deyince akla hep masum şeyler gelse de çoğu kez vahşiliğin, şiddetin öğrenildiği ilk evre burası. Çocuklar hesapsız oldukları için çok daha acımasız olabiliyorlar. Kıskançlığı, üzüntüyü, mutluluğu hepsini delilik içeren bir yoğunlukta yaşayabiliyorlar. Bahsettiğiniz öykülerin ürperticiliği çocuklukla ilgili değil bence. Büyüme öyküsü olmalarıyla ilgili. Büyümek, yaşamı kabullenmeyi, savaşmayı, şiddeti öğrenmeyi, sorgulamayı, yüzleşmeyi de beraberinde getiriyor. Bu da ister istemez ürpertici bir durum.
–Başka Bir Boyutta. Bir kadının büyülü bir zaman içinde kendine yeni bir yer bulmaya çalışmasının öyküsü. “Büyülü bir zaman içinde kendime yeni bir yer bulma” ifadesi öykünün içinde geçiyor. (55. Sayfa) Böylesine naif bir ifadeye rağmen inanılmaz derecede tedirginlik veren bir öyküydü. Evli bir kadının bunalmış hali, kocasıyla olan ilişkisinin kadının erk ile olan ilişkisini (Toplumla, devletle, bir gece evlerinde kalacak olan Hasan ile) yansıtması, ‘hayır’ diyememe sıkıntısı, tüm bunlar izleğinde kadının kaçma ve kurtulma isteği. Kadınların (evli kadınların veya bekar kadınların) bundan başka çareleri yok mu? Bu öyküyü okurken kendimi çok sıkışmış hissettim mesela.
Buradaki sıkışmışlığı hissetmenize sevindim. Birçok şeyin çözümü beyinde. Kabullenmekte, inkâr etmekten vazgeçmekte. Bunu hepimiz biliyoruz aslında ama uygulayamayabiliyoruz. Şartlar, bize dayatılanlar, birey olamamamız, yetiştiriliş biçimimiz, konfor alanının cezbetmesi ve bütün bunların temelinde yatan toplumsal kodlar yüzünden ne istediğimizi bilemememiz, karar veremememiz, kendimizi çok geç ve zor bulmamız bu sıkışmışlığa neden olabiliyor. Bir de kadınsak sıkışmışlığın şiddeti artıyor. İşler bu raddeye gelene kadar beklersek maalesef kaçmaktan başka çare kalmıyor. Kaçmadan önceki son çıkış da o isyan hali bence. Önce kendimizi ikna etmemiz gerekiyor ve bunu ancak çıldırarak yapabiliyoruz.
–Sığınak. Aslında yine Başka Bir Boyutta öykünüzde olduğu gibi çok basit, gündelik bir meseleden veya diyalogdan yola çıkılarak hayatın yön değiştirmesi, başka bir boyuta kayması. Bir telefon mesajı ile akşam yemeğine gelmeyeceğini yazma veya evin anahtarını almadan kapıyı çekip, evden ayrılış. Günümüz insanı neden mutsuz olduğunun çok iyi farkında ama çareyi bırakmakta değil de kurtarmakta veya görmezden gelmekte arıyor. (Kişisel gelişim mevzuları, bisiklet alma, yeni araba alma, ev değiştirme vb…) Siz öykülerinizde bu insan hallerini cesur bir yerden somutlaştırmayı tercih ediyorsunuz. Bunda kişisel hikâyenizin de rolü büyük diye düşünüyorum. Son hamleyi yapmak adına çok gereksiz şeyler yaptığımızı ve sorunlarımızı görmezden geldiğimizi düşünüyorum. Ne dersiniz?
Yanlış bir şeyler yapma korkusundan hiçbir şey yapamaz hale gelmiş olabilir miyiz? Açıkçası burada önemsediğim şey gittiğimiz yer neresi olursa olsun oraya kendimizi de götürdüğümüz. Komplekslerimizi, hırslarımızı, arzularımızı, endişelerimizi yanımızda taşıyoruz. Yani mekân ya da eşya değiştirmek iç huzurumuzu bulmamızı sağlamaz, kısa süreli bir aldatmacadır genelde. Yeni olan da sıradanlaştığı zaman sıkıntılar tekrar yüzeye çıkar. Hep aynı döngünün içindeyiz. Mühim olan bunu kabul edip birlikte yaşamayı öğrenebilmek galiba. Günümüz insanının içinde yaşadığı vahşi dünyada hayatta kalabilmesi için önce kabul etmesi gerekiyor. Çünkü o dünyayı kendisi yarattı. Ve evet son sözü söylemekten korktuğumuz için çok sustuğumuz ya da son hamleyi yapabilmek için uzunca bir süre saçmaladığımız oluyor. Çoğunlukla var olan gerçeği inkar ettiğimiz için.
-Aynadaki Bataklık ve Yunus öyküleri. Charlotte ve Pierre arasındaki ilişki, dışardan gelen bir şey olduğunda (bir duygu, hareket) insanın kozasının, kabuğunun hemen devreye girmesi. Sığınak alanına çekilip yönetiyorum zannederken duygularınızdan dolayı düşülen tuzaklar. Yunus öykünüzde de kişileri çoğaltmak istemeniz. Derdinizi çok karakter üzerinden anlatmak istemenizin ilişkilerdeki duygulara çok anlam katmaması aslında. Konunun bir şekilde büyüyor olması (Deniz başlı başına bir karakter gibi bu öykünüzde) fakat anlamının insan ilişkileri söz konusu olduğunda neredeyse aynı kalması… Aradıklarımızı bulabilecek miyiz? O insanı bulabilecek, o güzel duyguları hissedebilecek ve kendimizi bir gün gerçekten iyi hissedebilecek miyiz? Yoksa insan başlı başına huzursuz bir varlık mıdır zaten?
İkisi çok farklı öyküler ama ikisinde de kontrolün yitirildiği kırılma anları ve egemen olanın kendi çıkarı doğrultusunda olayları yönetme çabası var, belki buraların ortak olduğunu söyleyebiliriz. Uyumsuz olan huzursuzdur. Nihayetinde uyumlu bile olsak her şeye uyum sağlayamayız. Böylece huzursuz olduğumuz zamanlar olmaması mümkün değil bana kalırsa. Aradığını bulmak ne demek bilmiyorum. Bana her şeyin sonu gibi görünüyor. Benim dünyamda arayış biten bir şey değil. Bence yaşamın tadı da burada.
–Bir söyleşinizde birkaç öykücünün de adı zikredilerek “Kuşak Öykücüsü” tanımlaması yapılıyor. Kuşak öykücüsü müsünüz? İlla bir tanımın içine veya bir gurubun içine yerleştirmeniz gerekmiyor kendinizi elbet. Merak ettiğim, duyguların, düşüncelerin, anlatımın, ifade ediş biçiminin ve dilin kuşak farkları var mı? Bu konuda önemli olan kıstas ne sizce?
Kendimi bir şeyin içine yerleştirmek istemiyorum. Dilin, anlatım biçiminin dönemsel farkları ve benzerlikleri olması çok normal. Şu anda bir kuşaktan söz edilebilir mi bilmiyorum. Yazılanların, dönemi nasıl ve ne biçimde yansıttığına, bir ortaklık yakalayıp yakalanmadığına bakmak lazım. Şüphesiz bu iş bir yerde esinlenme işi ve rüzgâr bazen birçok kişiye dokunup geçebiliyor.
-Yukarıdaki sorunun devamı niteliğinde, bu yeni kuşak, art arda gelen yeni yazarlar ve kitaplar Türkiye’nin yenilenen kültür sanat ortamına nasıl katkı sağlayacaklar? Çünkü her anlamda edebiyat, sinema, tiyatro, sahne sanatları yeni bakış açılarının olduğu, yeni ve taze alanların açıldığı bir dönemin içindeyiz. Ne söylemek istersiniz bu konuda?
Elimizde çok fazla imkân var. Ama bunu ne kadar iyi yönde kullanabiliyoruz, emin değilim. Kendimizi daha çok geliştirmeliyiz. Bu ülkede işler çığırından çıktı ve dönem dönem çıldırış anlarına tanıklık ediyoruz. Çok mücadele edip yenilmenin, tekrar ayağa kalkıp devam etmenin ne demek olduğunu bu farkındalığa sahip insanlar iyi biliyorlar ve bunu sanatına yansıtanların sayısı az değil. Azınlıkların sesinin, bastırılma çabalarına rağmen her seferinde daha gür çıkması, bunların sanat aracılığıyla temsil edilmesi çok kıymetli. Sürekli isyan halindeyiz. Bu isyanların bir çıktısı olacak elbet.
–Kafanızda hiç roman yazmakla ilgili bir düşünce var mı? Yoksa öykülere devam mı?
Bu kitaptan çıkardığım uzunca bir öykü vardı. Onun novellaya ya da romana evrilmesi gibi bir öngörüm var. Fakat bu işlere belli olmuyor biliyorsunuz. Henüz çalışmaya başlamadım. İkinci kitabın yayımlanma aşamasında aklımda bir roman fikri de vardı. Çok azı kâğıda döküldü, daha çok notlar var elimde. Karar vermiş değilim ama öykü yazmak da bırakabileceğim bir şey değil. Önce ne çıkar şu an pek kestiremiyorum. Daha çok yaşamı soğurduğum bir dönemdeyim. Gerisini zaman gösterecek.
Teşekkür ederim.
Güzel soruların için ben teşekkür ederi