“Toprak üzerindeki <görünen> dans işçisi olarak, toprak altında <görünmeyen> bırakılan bedenleri onurlandırmak istedik” – Tuğçe Tuna
Jeoloji mühendisliği eğitimi gibi geçmişe sahip olup daha sonra sanat tarihi eğitimi almaya başlayarak güncel sanat pratiklerine, özellikle de performans sanatı ve çağdaş dansa yönelmiş biri olarak “En Kötü İş” bambaşka bir noktadan yakaladı beni… Sanat Tarihi yüksek lisans eğitimim kapsamında gelmiştim Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne ve “En Kötü İş“in afişi ile karşılaştığım ilk anı unutamam, yaklaşık bir yıl öncesiydi bu ve ta ki 2017 Mart’ına kadar bu gizem varlığını korudu, ele alınan toplumsal bir olayın yanı sıra işin beni çok kişisel noktalardan yakalayacağını biliyordum, tahmin ediyordum.. Ama bu yazı kapsamında kişisel buluşma noktalarını ifade etmekten ziyade, kendi alımlamalarımı bir kenara bırakarak üretim sürecine, yaşanan deneyimlere değinebilmek, tüm bu soruları süreci yaratmış olan Tuğçe Tuna’ya yöneltebilmek istedim.. Hoş sohbeti ile başladık söyleşmeye.
Bedeni yaşayan kişinin kendi politikasını sürdürdüğü alan olarak tanımlayan Tuğçe Tuna, Türkiye’nin yakın tarihindeki en korkunç olaylardan biri Soma faciasının hafızalarda kalması adına böyle bir felaketi, başka bir üretime dönüştürerek o <görünmeyen> bedenleri “En Kötü İş” eseriyle anıyor ve yaşatıyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Dans Ana Sanat Dalı Başkanlığı görevini yürüten Tuğçe Tuna’nın akademisyen kimliğinin yanı sıra yürüttüğü pek çok projeden en güncel üretimi “En Kötü İş” ile ilgili konuştuk.
Üretim süreciniz ile başlayalım istiyorum “En Kötü İş”in nasıl şekillenmeye başladığını dinleyelim mi sizden?
2008 yılında Çanakkale’ye 18 Mart Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde atölye çalışması yapmaya gitmiştim. 2 durum birleşti aslında; birincisi beden ve doğa kavramının bende bir iç içe geçmişliği, bir karmaşıklığı var. Kendi içimdeki yolculukların tamamı da bu dönüşüme ve sirkülasyona gidiyor. Bir yanda hep bu var.. Bir yanda da Tiyatro bölümünde atölye yaptım ilk gün, akşam yemek yerken Engin Bey ile tanıştım tesadüfen, ne iş yapıyorsunuz dedim, maden mühendisi olduğunu söyledi, siz dedi? İşte ben de koreografım, ben de “beden ile çalışıyorum” lafı oradan çıktı. Yani iki beden işçisi bir aradaydık…
Engin Bey’i, toprak, topraktaki arayış, topraktaki dönüşüm bir filozofa çevirmiş ve müthiş bir algı ve ifade gücü vermiş. O gece konuştuk yemekte. Ayrıca o dönem Çanakkale Bölgesinde de madencilik faaliyetleri vs çok yaygın ve o an da bir kazı çalışması olup olmadığını sordum “Evet” dedi, bunun üzerine yarın doğaçlamayı orada yapıp yapamayacağımızı sordum “Tamam” dedi. Biz 16 kişi, tabii isteyenler ile, dağın içine girdik. Gümüş ve Bakır hattı takip edilen bir saha idi. Biraz ilerledik burası “salon” dedi, tıpkı bizim de kullandığımız bir araya gelme alanı gibi… Biraz daha gidelim dedim ve bir fay kırığının olduğu bölgeye geldik ve o gün ki doğaçlamayı orada yapalım istedim.
Kaymanın ve o kaymanın keskinliğini gösteren, o enerji boşalımının olduğu alanda, yerin altında, toprak ile çevrili bir mekânda bulunarak herkesin katıldığı bir çalışma süreci başladı. Ve “Dağı itiyoruz…” diyerek çalışmayı başlattım. Olmayacağını bildiğin bir şeye çabalamakla mı yüzleşirsin, kendini var etmek için aldığın sorumluluklarla mı yüzleşirsin, olmasını istediğin şey için nasıl kendini adadığınla mı yüzleşirsin… Bu süreçle bir kat daha derinleştik, sonra ise “hiç kimsenin bilmediği, bilmeyeceği bir sırrını söyle dağa” dedim ve dağ ile konuşmaya başladık, her şeyi oraya döktük ve çıktık. 45 dk falan kaldık içeride diye düşünüyordum ama iki saati geçmiş, yani zaman kaydı anlatabiliyor muyum…
Uzun zamandır beden, hareket ve zaman üçgeninde çalışıyorum ve bu nasıl olabilir, bu beni çok büyüledi… Aradan yaklaşık 6-7 ay geçti ve bana Engin Abi’den bir paket geldi; içinde gümüş parçacıkları olan bir taş; afişte kullanılan taş… Ve aradım nedir bu diye, “Siz dağa sır bıraktınız” dedi ve “Gümüş sır çeker…” Bu beni bir kez daha çarptı..
Zaman geçti ben arada başka işler, projeler ürettim. Mesela Bayrampaşa Cezaevi’nde bir iş yaptım; Islak Hacim, sonra Deplasman’ı yaptık Has Köy Yün İplik Fabrikası’nda ve Almanya Arena Festivali’nden jüri ödülü ile döndük bu işle… Düzenli olarak iki yılda bir yeni bir prömiyer çıkarıyordum ama kafamda bir yandan da diğer biriktirdiklerim varlığını koruyordu.
Gezi döneminde bu enerjiyi topraklamak lazım düşüncesi çok kafama takılmıştı, çünkü Gezi de şöyle bir şey oldu; başıboş ve devamlı patlayan enerjilerin her zaman iyilik taşımayacağı ve bunun negatif olarak da çok iyi manipüle edilebileceğini gördüm yaşadığım topraklarda ve o enerjinin topraklanması gerektiğini, daha da çok iş yapmak gerektiğini düşündüm, düşünüyorum… Gezi’den hemen önce de Soma’daki büyük kaza olmuştu zaten. Soma’daki o kaza olduğunda ben çok utanç yaşadım, çok uzun süren bir utanç duygusu…
Nasıl olur, nasıl olabildi böyle bir şey, bunu anlayamayacağım hiçbir zaman, kendime söz verdim bunu anlamayacağım hiçbir zaman. Bu durumu asla normalleştirmeyeceğim. Bu ülkenin en büyük ekonomik gücü yer altından geliyor iken, böyle bir hata nasıl olabilir. Zaten rakamlar da söylendiği gibi 300’lü değil çok daha fazlasından bahsediliyor. Madende, yer altında olan işçiye karşı müthiş bir saygı ve büyük bir utanç oluştu ben de ve seninde aktardığın gibi bedenim aracılığı ile onlara şifa gönderebilir miyim, onları onurlandırabilir miyim hissinden, arzusundan temellendi aslında bu iş. Sonrasında ve hâlâ Soma’da ne olup bitiyor takip ediyorum.
İşte o dönem İstanbul’da Tiyatro Festivali’ne “En Kötü İş” ile başvurmuştum ve programa alındı. Ve şöyle bir değindiği nokta var aslında işin adının; insan bedeninde en fazla travma yaratan ilk dört işten birincisi zaten Madencilik, teknoloji ilerlese de ilk sırasını koruyor madencilik mesleği ve ilk yirminin içinde de Dans Sanatçılığı yer alıyor, çünkü o da aslında bedende hem fiziki hem de mental, psikolojik travmalar yaratıyor ve evet bazen benim gerçeklik algım falan kayboluyor. Yani evet akademide eğitmenlik yapıyorum ama içsel olarak gerçeğin ne olduğu ile ilgili çok ciddi araştırmalarım, sorgulamalarım da oluyor bir yandan…
Bedeni araç olarak kullanırken sana ait olmayan duyguları da araç olarak kullanıyorsun ve bu şizofrenik bir düet yaratıyor ve görmezden gelemiyorsun artık…
Nerede kalmıştık, evet Tiyatro Festivali, aslında Türkiye’nin en önemli festivali kim ne derse desin ve bana hangi işi yaptığımı soruyorlardı, En Kötü İş. i ben yapıyorum diyordum ve çok keyif alıyordum. Aslında algı da oturmuş, garantici, güzel, herkes tarafından beğenebilecek–doğru iş/ sanat üretimi gibi festivalin taşıdığı kavramlarını da sallıyordum. İnsanlar dalga geçiyordu, hayatının en kötü işini yapacaksın ve bunu yaptığın için bu iyi bir şey olacak gibilerinden… Yani işin sanatsal paradoksu çok eğlenceliydi.
Bedenin toprakla olan ilişkisine değinmek istedim. Bir büyük uyanışım ise şu idi; yıllardır psiko-somatik çalışıyorum diye kendimi ifade ediyorum, yani psikolojik etkilerin beden ile ilişkisini de araştırıyorum, dans-hareket terapistiyim vs… Ve bir gün soma ‘beden’ demek kelimesi içime düştü. Türkiye’nin en büyük beden kazası ve Soma’da oluyor ve soma “beden” demek… O an zihnimde, bedenimde kurduğum denklemleri görüp bunun üzerine bir şey üretmesi gereken kişi tabii ki benim dedim. Bu utancı, sıkışık enerjiyi bir kere daha başka bir şekilde dönüştürmek… Yoksa amacım Soma’daki kazayı canlandırmak değil, ya da Soma’nın güncel politikasına bir şey göndermek değil, oradaki beden ve değerlerden yola çıkarak yeni bir açılım yaratmak…
Ve dediğim gibi Soma demek beden demek… Aslında işin özü bu. Ve ben festivale de tanıtım adına bundan fazla bir şey vermedim. Üretim süreçi içerisinde, grup olarak duygusal travma yaşadık. Davranışların işe dönüşmesi, toprak beden ilişkisi bizi yordu. Kullandığımız baretleri Engin Abi gönderdi Soma’dan geldi. Benim 4 gün sesim kısıldı, ateşler içinde yandım. Çok yüksek bir empati kuruldu… Festivalden sonra, ilk gösterimden sonra işi tekrar ele alarak son haline getirdim.
Tüm bu yaşanan süreçler, günlerce inanamadan olan biteni takip edişlerimiz ve sizin daha önceki zamanlarda toprak ile, toprak altında çalışan bedenler ile bir temas kurmuş olmanız bir nevi o kaos anından bir üretim sürecine geçebilmeyi olanaklı kılmış sanıyorum ki. Başka türlü olan bitenler karşısında insan kendini ruhen ve bedenen nasıl koruyabilir bilemiyorum, bir şekilde kendini ifade edemeden… Tabii ki söylediğiniz gibi bir canlandırma anı ya da bir göndermede bulunma anı değil bu, peki sizin için ve tabii tüm ekip için böylesi bir yeni yol açabilme fikri, belki de bu sıkışmışlık içinde devinirken bir ses duyurma, bir şeyler yapabilme fikri ve performans anında yaşanan süreçler bir tür öfke kusma mıydı yoksa bir nevi ağıt mı…
Bir parçam kendi içimde çok tutucu bir insan, kendi değerlerime çok tutunarak yetiştirmişim ve yanlış olduğunu bildiğim bir şeyin, devam ettirilmesi beni çok acıtıyor. Kendimi bu konuda eğitiyorum, her şeyi kontrol edemezsin ya… Ama bazen de bu bir acıya dönüşüyor içimde ve oradan insanlık, hatta var oluş üzerine işlenmiş ciddi bir haksızlık olduğunu düşünüyorum ve bunun hâlâ stratejiler ile devam ettirildiğini ve hâlâ itiraf edilmediğini görmek ve buna karşı aslında “ya bir çekilin, bir dakika ya sizin ‘süreniz doldu’ diyebilmek lazım”.
İşte diyememek bazen benim için bir öfke ye dönüşüyor. Senin de dediğin gibi bunu birçok şeyde kodlayabilirsin… Bir şeylerin değişmesi lazım. “Kötü olan şey insanı uyandırır” diye bir laf vardır, ama uyandık, uykular kaçtı, dengeler bozuldu, hadi yeni bir tavır geliştirelim, bir şeyler yapalım…Ben bir beden sanatçısı, dans sanatçısı olarak bu birikimimle nasıl onların hayatına yeni bir alan açabilirim… Benim yerin üstünde özgürce hareket edebiliyor olmam, oradaki, yerin altındaki hüznü ve öfkeyi özgürleştirebilir… Yerin altındaki hüznü ve öfkeyi belki ben kendi bedenim ile dönüştürebilirim düşüncesi… Hem ağıt hem öfke hem yenilik arayışı…
Ve buradan yola çıkarak ortaklıklar üzerinden kurulmuş çok fazla metafor var sanırım. Beden/Soma ve bir nevi beden işçisi olan iki meslek gurubu; madencilik ve dans sanatçılığı… İki meslek grubunun da buluşma alanı olarak kullandığı bir mekân “salon”… İş’in insanı tüketme hali… Oradaki tükenmişliğin dans sanatçısının bedeninde; kendi hareket dili ile yeniden ele alınmışlığı… O salondan bu salona, oradaki bedenin aşina olduğu malzemelerden buradaki bedenlere kurulan bir köprü… Tıpkı sahnedeki asılı merdiven gibi… Toprak altı yaşananlar ve toprak üstü o an orada var olmanız… Nasıl seçildi mekân?
Evet orada iş yine beden… Bedenin işte ana araç olarak kullanılması, toprağın üstünde olmak ve toprağın altı… Çok uzun süre yer altında mekân aradım işi göstermek için, yani garaj, belki depo. Sonra bizim Bomonti’deki yere girdim, çünkü uzun zamandır dış mekân işleri çalışıyordum, o gün stüdyoya girdim ve ‘burası ya’ dedim çünkü burası benim çalışma alanım, yani benim madenim burası… ‘Salon’ yani… Ben içimdeki cevheri nasıl çıkartacağımı burada buluyorum, ayrıca buranın, bu mekanın cevheri ne sorusu, dört köşe siyah mekan, boşluk hissi, 20 dakika içinde mekana aşık oldum resmen. İş alanıma insanları çağırma fikri beni çok etkiledi, çünkü ben bu işi nerede yaparım diye düşünüyordum ve bu ya dansın iş alanında olabilirdi ya da evet bu işi toprağa sokmalıydım, konsept olarak böyle birleştirebilirim dedim. Tabii üniversite üzerinden de düşünebilirsin, sonuçta akademisyenim ve ben burada her gün çalışıyorum yani orası benim kazı alanım, laboratuvar alanım…
Ekip nasıl bir araya geldi, çıkış noktasını konuştuk ya sonrası?
Ben genelde proje bazlı olarak, birlikte zaman yaşamak istediğim sanatçı arkadaşlarımı davet ediyorum ve o işi gerçekleştirmek isteyen bireyler ile bir arada oluyorum, dönüşüme açık olan kişiler ile… Özgün’ün gizli özne olması, Ahu’nun her durumu adapte olma yeteneği, ama yapma! da diyebilmesi, Pınar’ın kırılganlığı, Taner’in akıcılığı, maruz kaldığı durumu dönüştürebilmesi, Demet’in saflığı ve duruluğu, Meriç’in deli gücü, Erdinç’in durumları sonlandırma yeteneği, Erdem’in tutkusu ve fırlamalığı, Begüm Balcıoğlu da vardı ekipte ama sakatlandığı için ayrılmak zorunda kaldı.
Dış gözdü eserin içindeyken izleyen, gerçekten gösteri izleyip geri bildirim veriyor Grup benim içim 10 kişilik bir solo oluşturuyordu. Sizler benim bilinçaltımın sembollerisiniz dedim. 10 beden, 10 enerji yapısı, 10 kimlik yapısı benim bilinçaltımın yansıma referansları aslında, yani her birinde kendi karakterimden bir şey görüyorum ve bu durumla, beni sınama şekliyle gerçekten çok eğleniyorum. Grup çalışmalar sırasında çırılçıplaktı karşımda ve 4-5 saatlik ara vermediğimiz provalarımız bile oldu, çünkü her biri orada olmak için gelmişlerdi. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum, mükemmel bir ekip, her anına çok katkıları oldu.
Biraz da koreografiden bölümlere değinelim istiyorum; o alanın pratikleri ve sizin pratikleriniz, o alanın malzemeleri ve bunların bazen sizin malzemelerinize taşınıyor olması ile o an o köprüyü kurup bir paylaşımda bulunmak esas oluyor… Soma’dan bir parçayı; bareti oraya taşımak ve bir an sonrasında seyirciden bir parça isteyip sürece onları da dahil etmeniz ile herkes orada bir bütün… Peki bu izleyen gözler ve beden ile iletişim kurulan anlar nasıldı? Direk konuşarak onlardan herhangi bir şey istediğiniz an ya da sessizce onlara doğru ellerinizi uzattığınız anlar… Her yeni performans yeni bir oluş anı ve kendi izlediğim gün dışındaki geri dönüşleri merak ediyorum. Böylesi bir dahil edilmişliğe hazır mıydı gelen kitle, neler yaşandı, her seferinde uzanan elinize bir yanıt geldi mi mesela?
Bazen, bazen de yanındaki hadi -uzat elini- diyor… Bazen ele, bazen dize doğru gidiyoruz, iki yapı var orada. Ele doğru gittiğimizde insanlar daha kolay ikna oluyor. Ama o elimi uzatayım mı uzatmayayım mı ikilemi, gerginliği anlaşılabiliyor. Çünkü seçilen seyirciye doğru gelirken aslında bana doğru bakan herkesin bakışıyla, izlemesiyle gidiyorum seyirciye. Sen beni hâlâ görmezden gelebilecek misin, yoksa bana o nefesi verecek misin? Soma’dan bende kalanlardan biriydi bu… Gözünün önünde, dibinde… Yani elini uzatsan düşünsel ve fiziksel olarak yardım edebileceğin, şeyleri görmemeyi öğrendik son yıllarda… Bazen biz o şekilde uzanırken dizi falan titremeye başlıyor, oturuşunu düzenliyor beden çünkü o elektriği alıyor, emiyor. Bazen mesela o el gelmiyor da, son anda arkadan bir el uzanıyor…
Seyirciye “Bana sana ait olan bir şeyi verir misin?” diye soruyoruz, çünkü vermiyoruz ya artık, kendiliğimizden hiç bir şey… İlginç bir şekilde bu soruyu sorup da aldığımız çoğu malzeme kaldı bizde, belki ilerde onları da bir yere koyarız.
Ve izleyen gözün, o anı deneyimleyen bedenin oradaki süreci ne kadar yakalayabildiği, alımlayabildiği noktası önemli. Nasıl geri dönüşler aldınız?
Sonrasında gelen pek çok mail, mesaj oldu, hatta mektup yazanlar oldu. “İçimde çok uzun zamandır yaptığım bir kazıyı sonlandırdınız” diyen vardı, bunlar çok büyük laflar, kıymetli dönüşler…
İlk bölümü hatırlıyor musun; fener ile başlıyor… Ben bölümleri kodluyordum koreografiyi oluştururken ve orası benim için kalıntı bölümü, bir kalıntı, bir arama süreci, hafızamı kurcalama süreci… Seyircinin çoğundan o bölüm ile ilgili acayip geri bildirim geliyor. 70 kişi var ise 70 ayrı hikaye var, yorum var, çözüm var…
Bu alanın önemli bir gücü bu, çoklu okumaya açık üretimlere imkan sunuyor. Geri bildirimlerin paylaşılıyor olması da çok kıymetli. Ve performans aslında aşağıdan, üniversitenin giriş bölümünde başlıyor, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bomonti Kampüsü’nün o garip merdiven yapısı da bir anda koreografinin bir parçası haline geliyor.
Evet ve aslında mümkün olabilseydi biraz daha karanlık bir ortam yaratabilmek adına planlarımız vardı, umarım başka bir seferinde gerçekleştirebileceğiz. Yani aslında o anda binaya – bizim çalışma alanımıza- aşağıdan yukarıya doğru bir tırmanma halindesin ve bir salona giriyorsun, süreç çoktan başlamış oluyor.
Okulda, aslında sizin çalışma sahanızda, bu performansın böylesi kurulmuş olması gerçekten etkileyiciydi benim için. Peki Soma’da bu performansı gerçekleştirme gibi bir planınız var mı?
Çok istedik yapmayı ama o dönemde ilk OHAL ilan edildi. Biz geçtiğimiz Mayıs’ta işi üretmiştik ve Eylül’de gidiyorduk aslında Soma’ya ama süreç başka gelişti. Zaten daha sonra da çok uzun bir süre güvenlik nedeniyle okulun içinde de gösteriyi yapamadık. Bu bahar dönemi ile tekrar başlamış olduk. Aslında zaten senin de söylediğin gibi bu benim alıp oraya, buraya uyarlayabileceğim bir iş değil, ya benim çalışma alanlarımda, sahalarımda olması lazım ya da ancak Soma’ya taşınabilir gibi düşünüyorum.
Sadece duymuş, dinlemiş, okumuş bir bedenin izlemesi ile o pratiğin içinde olan bedenin süreci izlemesi ve alımlaması bambaşka bir noktada aslında… Engin Bey de 12 Mart’daki performansta vardı. Onun en çok etkilendiği iki anı orada paylaşımı çok kıymetliydi…
Evet, maskelerin kullandığı, nefes seslerinin yoğun olduğu bölüm, çünkü geçmişte kendi de göçük yaşamış ve baretleri taşırken ki tavrın, hassasiyetin olduğu sahne onu çok etkilemiş. Başka birkaç mühendis de geldi izledi gösteriyi. Önceki temsillerden bir mühendis, “tam da sizin dediğiniz gibi oldu; acı, hüzün bazen iyileştirici de olurmuş’’ demişti…
Yeter ki nasıl dönüştüreceğimize karar verelim…
Evet bu benim için önemliydi ve ben de bunu çağırdım… Yani bu melankoliyi tekrar bir kucaklayalım istedim. Çünkü robota döndük, her şey olabilir, her şey mümkün… Evet her şey olabilir ama bunu normalleştirmeyelim, melankoliyi bir geri çağıralım ona bir alan yaratalım diye düşündüm.
Bu ve benzeri işler çoğaldıkça da bir farkındalık yaratıyor tabii…
Tabii ve ben bu şoku yaşadı. Soma ,beden demek, ve Cumhuriyet tarihinin en büyük iş kazası olduğu söyleniyor Soma faciası için… Yani en azından şu iki satırı okusun gösteriye gelmese de… Bir sanatçı olarak beni izlesin isterim tabi, paylaşmak için, bedensel bir iletişim kurmak için, onun iç bilinci ile bir yerlerde buluşabilmek için tabii ki isterim ama benim yazdığım şey de benim bedenimden üretilmiş bir şey ve orada bir iki satırı okusun ve o yayılacaktır zaten, kesin… Biraz da ülkedeki bedenin bu kadar değersiz olma durumu ve bedeni bu kadar şiddetle tüketiyor olmamız ve bir yandan da son derece ilkel var oluş travmaları yaşıyor olmamız, çok garip bir dönem, çok korkunç… Dengeler yer değiştiriyor ve yıkım oluyor artık.
Yazdığım metin şöyle;
‘Dağı it, sırrını bırak. Toprağın üstünde boşlukta, boş bir çerçeve de…
Toprağın altında bir alandan başka bir gerçekliğe geçiş. Ayakların yere basmadan dağı it, sırrını bırak.
O’na yakın olmak özgürlük ama boğazıma kaçsa boğulacağımı biliyorum.
İş insanı tüketir mi, tüketir. Bir işe sahipsen, iş’te sana sahiptir.
İçindeki cevheri nasıl arar, nasıl dışarı çıkarırsın?
Bana sana ait bir şey verebilir misin?
Kimliklerini, üzerindekileri bırakıp aşağıya, derine inebilir misin?
Haberleşmek için değil bu duman, gözyaşım görünmesin diye.
Dağı it, nefesini bırak. Şansın varsa belki ellerini tanırsın…
Hafızamın en büyük iş kazası. İnsanlığımın en büyük utanç yap bozu.
İşçi bedenlerimizle, işçi bedenlerinizi onurlandırmak niyetindeyiz.
Enerjiyi topraklamak gerek, hayat çarpar bilirsin.
O zaman bi şans, huzur bulacak kalbin bir odacığı.
Ne ironidir ki, bedensiz baretler Soma’dan geldi.
Tuğçe Tuna-2016
Bu yıkım anlarından bir şeyleri çekip çıkarabilmek kurtarabilmek çok önemli… Çok teşekkür ederim bu samimi paylaşımlar ve yanıtlar için. Daha çok farkındalık yaratabilmek adına işin çok daha fazla insana ulaşabilmesi dileği ile… Son olarak gelecek temisllerin tarih ve planlarını paylaşabilir misiniz?
Ben çok teşekkür ederim… Mayıs’ta tekrar burada, Bomonti’de yapacağız, 14 Mayıs saat 20.30’da. Sonra umarım Manisa’ya doğru gidebiliriz, Ekim gibi İzmir ve Eskişehir turnemiz görünüyor. Sezonda İstanbul’da sahnelemeye devam etmek niyetindeyiz.…
Teşekkür ederim.
Fotoğraflar: Murat Dürüm