Çantaların üst üste asılı olduğu odada, mutfaktan gelen pembeleşen soğan kokuları eşliğinde eciş bücüş harflerle yazdığım iki üç yazı ile dünyayı değiştireceğime inanıyordum.
Oysa ne tuttuğum bu kalem benimdi ne de üzerini kirlettiğim bu sayfa.
Bir pencerem vardı Ayşe Teyze’nin balkonuna bakan, ondan başka bana ilham verecek hiçbir şey yoktu sanki.
Ama yine de, bana inanan üç beş kişi vardı ve ben, benim olmayanlara inat, dünyayı değiştirmeye hazırdım.
Elimde hazine gibi gördüğüm bir Judith Butler kitabı vardı ve kitap beni, kafamın içini rahat bırakmıyordu. Birazdan yazının tüm seyrini değiştirecek olanlar kitap sayesinde beynime üşüşmeye başlamıştı çoktan. Düşünceler beni her yerimden çekiştirirken aklımı kurcalayan zamanla ağırlaşan ilk soru, “Cinsiyet nedir?” oldu…
Sahi, cinsiyet neydi?
Türk Dil Kurumu’na inat cinsiyetin erkek ile dişiyi ayırt ettiren özellik olmadığını düşünüyor, içten içe bu kuruma bileniyordum.
İyi de, cinsiyet neydi? Peki ya cinsiyetin iki taneyle sınırlı olduğunu kim tahsis ediyordu? Cinsiyetin ikiliğinin nasıl tesis edildiğini anlatan bir tarih var mıydı?
Bileniyordum ve hissediyordum ki bilenmem bununla sınırla kalmayacaktı. Mesela neden dünya dilleri, özellikle de Fransızca’nın alabildiğince cins içerekli olduğunu da soracaktım?
Yoksa Marx haklı mıydı; tüm bunlar tahakküm ifadesi miydi? Cinsiyet de bir tahakküm ifadesi olabilir miydi? Pek tabii ki olabilirdi.
Çünkü hetero zihniyet, ya kız olacaksın ya erkek diyor; çünkü hetero zihniyet, toplumu üstelik her toplumu oluşturan şeyin kendisi olduğunu varsayıyor.
Bizler de bu zihniyetin içine doğmuyor muyduk?
Öyleyse bizlere, hâlihazırda kurulu olan heteroseksüellik fikrine bedenen ve zihnen harfi harfine uymak zorunda olduğumuz hissettiriliyordu. Bizlere, bu zihniyetin içinde kalırsak doğal olacağımız dayatılıyor, her iki cinsten sadece birine sığmamız bekleniyordu ve bedenlerimizin de sınırları çizilmek isteniyordu.
Ah Marx… Ne kadar da haklısın, şimdi daha iyi anlıyorum.
Anlıyorum çünkü; kişi kadın ya da erkek olmak zorunda değildir. Cinsiyetin “kadın olmak” ya da “erkek olmak” demek olduğu varsayımı sadece mecburiyet gibi sunulan hetero zihniyetin bir dayatmasıdır.
Oysa hetero zihniyet, doğal olan değildir; belki doğallaştırılmıştır ancak salt doğal olan asla değildir. Çünkü kişi kadın veya erkek olmanın ötesinde durabilir. Kişi lezbiyen ya da gey olabilir ve bu, hetero zihniyetin sandığı gibi insani olanın dışına çıkmak demek değildir. Geyler de lezbiyenler insanlıktan çıkmış değildirler.
Elimde tuttuğum Butler’ın kitabından sesleniyor Wittig bizlere: “İkili cinsiyetin devrilmesiyle pek çok cinsiyetin bulunduğu kültürel bir saha doğabilir. Bir veya iki değil pek çok cinsiyet vardır” diyor ve ekliyor: “Ne kadar birey varsa o kadar cinsiyet vardır”.
Cinsiyetin ikiliği devrilebilir mi bilmemekle birlikte şunları söyleyebilirim:
Cinsiyet, geyleri ve lezbiyenleri ezen bir imlemler sistemidir!
Cinsiyet hetero zihniyeti ayakta tutmak için dolaşıma sokulmuştur!
Amacım birey olarak lezbiyenlerin ve geylerin haklarına dikkat çekmekten ziyade, hetero zihniyete eşit kapsamda ve güçte zıt bir söylemle karşı koymaktır. Ben zıt ve güçlü bir söylemle karşı koymaya çalışırken bu odadan, pembeleşen soğanlar çoktan yemek oldu, Ayşe Teyze dakikalarca beni izledi ve ben dünyayı değiştirebileceğim inancımı hep canlı tuttum.
Burada yazıma son verirken yine Wittig imdadıma yetişti ve dedi ki:
“Kişi kadın doğmaz kadın olur, kişi dişi doğmaz dişi olur; daha da radikali, kişi isterse ne kadın, ne erkek olur.”