Kemancıyla, Floransa’da tanıştık. Tanıdığım ilk kemancıydı. İncecikti. Şeffaf, geçirgen ve bulutların ardında kalmış bir aya benzerdi. Parmakları, o uzun, kemikli parmakları kemanın telleriyle buluştuğunda her biri dirimi yaşar, ayrılır, bağımsızlaşır ve kalbimin derinliklerine işleyen nağmeleri beni benden almaya yeterdi. Ertesi gün başka bir ülkeye gideceğimi duyunca beni müziğini dinlemeye çağırdı ve şimdi kulaklarımda bana özel bu konserin nağmeleri uçuşuyor.
Balkonundaki ipek minderlerde oturmuş, şarap içerken onu dinliyorum. Geçmişimin karanlık sularına dalıyor ve kimi zaman gözlerimden süzülmesine engel olamadığım gözyaşlarına boğuluyorum. Bir ara verdiği sıra dayanamayıp bizim oraların ağıtlarından okudum. Bana, “Bravo!” dedi. “Şarkı söylerken sanki yüreğimi de avuçlarında tutuyordun.”
Asıl adımı bilmiyordu. Buradaki kimseye söylememiştim. Sürgün bir ailenin üçüncü kuşak çocuğu, yedi kardeşten sonuncusuydum. Yokuşu bitmeyen bir mahallenin, kışları uzun, sisli, puslu yollarının, ayakları ıslak, üstü başı pis çocuğuydum. Çok örselendim. Çok trajediye çarpıp tökezledim. Gözlerimde birden belirip hızla kaybolan vahşi bakışların müsebbibi yıllardan geçtim. Parmaklarımın yapıştığı kapı kolluyla açılan bir göz odamızdaki soğuk sobayı andıran duygularımın da sebebi olan zamanlardı bunlar. Benden beni alan, ardımda katlime sebep olacak cinayetler bırakan uzun yıllar. Hiç çocuk olmadığım ve hayatımı kadın tüccarlarından çalmak için ardımda cesetler bıraktığım ıssız yıllar. Gözyaşlarımla fildişi kuleler yaratamayacağımı anladığımda kaçtığım, kaçtığım ve şimdiki bene ulaştığım kimsesiz yıllar.
Çabuk büyüdüm. Sekiz yaşımda bir gece aniden büyüdüm. Ne öfkem ne acım ne tasam sığıyordu şu gök kubbe dediğimiz engine. Şunun şurası yedi yıldır kendimi insan sayıyorum. Öncesi, çakalların olduğu bir kafeste ölümüne bir yaşam mücadelesi.
Şimdi, Arno Nehri’nin durgun suyunda salınan ışıkları izleyen, bir heyula, bir rüyayı andıran gecede kemanın beşiğinde sallanan benlik, beden, nefes benimki mi? Gözlerimden süzülen yaşlara bakılırsa öyle.
Sokağın cumbaları sarmaşıklarla kaplı. Beyaz avluda yeşilenmemiş ağacın dalları bir heykeli andırıyor. Sırtımızı yasladığımız minderlerden sırtıma, bacaklarıma okşayan bir his yayılıyor. Katedralin kubbesinden kuşlar havalanıyor. İçime dolan sevinç benzeri duyguya tutunmaya çalışıyorum. Çalışmak boşuna aslında yarın gideceğim. Yeni bir yurt, yeni bir iklim, yeni bir yaşam süreceğim. Elinden kemanı bırakıp hülyalı bakışlarını bana çeviriyor. Bir süre gözlerimiz buluşuyor.
“Bir kemanı bir de elini tutayım yeter.” diyor.
Belki ona, belki kendime, belki aşka, belki yaşama gerçek bir şans verişim böyle başlıyor.