Her yıl İstanbul’da film zevkine doyduğum ve keyifle takip ettiğim İstanbul Film Festivali ile bu yıl, farklı bir buluşma yaşadık. Pandemi koşullarının hüküm sürdüğü bugünlerde festivalin yarışma filmlerini, ‘online’ olarak festivalin kendi sayfasında izleme şansı buldum. Temmuz ayında İFF Ulusal Uzun Metraj filmlerini, Eylül ayında Adana Altın Koza ve Başka Sinema Ayvalık Film Festivali filmlerini ve Ekim ayında ise Uluslararası Yarışma, Ulusal Belgesel yarışma filmleri ile Film Ekimi filmlerinden izlemiş oldum. Bu yazımda İKSV’nin online sayfasında izlediğim filmlerden yorumlarımı, sizler için bir araya getirdim…
39. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma!
Anıl Gelberi’nin ilk uzun metrajlı filmi olan Plaza, kara-komedi tarzındaki havasıyla izleyiciyi yakalayabilen bir film olmuş. Plazada psikolojik sıkılma yaşayan karakterin gittiği yol, bunaltı ve absürtlük içererek başarıyla gitse de, hikayenin varmaya çalıştığı yolda bazı problemler göze çarpabiliyor. Örneğin hikayeye mafyanın karışması, işleri finale doğru yokuşa sürmüş. Ve sevdiği bir kızla tanışan oğlanın yaşayacakları, bir bakıma çok ‘spoiler’ a varabilecek bir tarzda bizi karşılıyor. Baş karakterimiz Emre için Onur Berk Arslanoğlu, tip ve oyunculuk olarak doğru bir seçim olmuş. Daha önce Hayat Şarkısı dizisinde keyifle izlediğim Deniz Altan’ın da filme ayrı bir renk kattığını dile getirmek gerek…
Erkan Yazıcı’nın yönettiği Uzak Ülke filmi, mübadele meselesine farklı bir atmosfer yaratarak yaklaşıyor. Tek mekan ve az oyunculu filmler, hele ki süresi biraz da uzunsa izleyende sıkılma hissi yaratabiliyor. Ancak Uzak Ülke’de kullanılan renkler ve hikayenin dinginliği de buna müsaade etmiyor. Distopik bir yaklaşımla zamansız filmler, eğer ki farklı bir mesele koymazsa sorun olabiliyor. Uzak Ülke filminde yönetmen, fark yaratan bir konta koymayı başarabilmiş. Karadeniz fonunda, rum bir çocuk ile Türk askeri bir bakış açısı izleyende değişik his uyandırıyor. Haydar Şişman ve Abdurrahman Gönan’ın başarılı performansları yanı sıra kuvvetli bir sinematografi de karşımızda…
Orçun Behram’ın yönettiği Bina filmi, ülkemiz sineması için umut besleyen bir başlangıcın filizlenmesi adeta. Filmin zamansız-ögesiz-mekansız kavramlarını distopik bir evrende anlatışı ve korku – gerilim türlerini kullanması güçlü kılmış. Distopya iç metinleri anlaşılsa da, hikayenin derdini filme döküşü ve süresinin uzun olması, kimi zaman izleyende uzunluk hissine bırakabiliyor.
Adana Altın Koza Ulusal Yarışma’dan İki Film: “Ben Bir Denizim” ve “Yeniden Leyla”!
Gösterimlerinin bir bölümünü çevrimiçi gerçekleştiren Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışan : “Ben Bir Denizim” ve “Yeniden Leyla” filmlerini ilk kez izledim. Daha önce ‘İyi Yemek Öldürür’ adındaki ısa filmini izlediğim Umut Evirgen’in yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Ben Bir Denizim”, karton toplayarak hayatını sürdüren ve babasıyla yaşayan Deniz’in, Nisan’la tanışması sonrası girdiği tehlikeli yollara odaklanıyor. Filme iyi bir hikaye konulmuş olsa da, filmi dibe düşüren şey hatalı gelişmelere sahip ve problemli senaryosu olmuş. Kimi zaman mantık dışı ilerlemenin olduğunu hissettiğimiz filmin görsel açıdan deniz altı ve lunapark sahneleri başarılı diyebiliriz. Ayrıca umut veren bir performans sergileyen Gürberk Polat’ın performansına hayran kaldığımı da belirmeden geçmemek gerek…
Barış Hancıoğulları’nın yönettiği “Yeniden Leyla” da ise, iki farklı umut, iki farklı hayat ama aynı beden olarak bir karaktere odaklanıyoruz. Film ilk başında çok klişe ve sıradan bir art-house olarak karşımıza çıkıyor. Benzer hikayelerine denk geldiğimiz bir filmle karşı karşıya kalıyoruz. Ancak bir süre sonra, bambaşka bir filmle karşılaşıyoruz. Bir dakika diyip, başka bir filme geçiyoruz sanki. Filmde gerçeklik duygusunun bir anda kayboluşunu ve beynin altına inişin işlenişini gerçekten çok beğendim. Çok doğu bir yönetim ve senaryonun aksını kaydırmanın yüksek bir başarısını ‘Yeniden Leyla’ da görebilmek mümkün. İlk uzun metrajlı filminde izleyiciyi gerçekten şaşırtabilmeyi başaran ve filmini 2020’nin en iyi yerli filmlerinden bir tanesi olarak taşıyabilen Barış Hancıoğulları’nın türk sinemasında daha güçlü filmlere imza atabileceğinden kuşkumuz yok. Ahmet Melih Yılmaz’ın güçlü performansla imza attığı iki bambaşka karakter, filme artı koyan bir diğer neden. Kadın oyuncu olarak Ayfer Dönmez’in de filme eklediği başarı da göz ardı edilmemeli…
İlk kez Başka Sinema Ayvalık Film Festivali!
James D’Arcy’nin ruhuna, diline ve sinematografisine hayran olduğum İtalyan Yazı filmi, 2020’nin en iyileri arasında girmeyi başaran naif filmlerden bir tanesi. Renk cümbüşü fonunda; derinliği olan, macerasını da eksik etmeyen bir baba-oğul ilişkisi izliyoruz. Jack karakterinin ayrılık psikolojisi, babasıyla kurmadığı bağın nedeni ve buna neden olan iç burkucu dram… Naifliğin ve iç dramın harmanının bu denli barılı olduğu ender filmlerden bir tanesi İtalyan Yazı… Sıcak ve samimi bir üsluba sahip olan film, keşkeleri harekete geçirir cinsten. Liam Neeson ve Micheál Richardson’ın iç ısıtan performansları da filme artı kazandıran ayrı bir neden…
İç ısıtan, absürt ve bir o kadar macera dolu bir Bruno Merle filmi… Hüzün, kahkaha ve sevinç harmanına sokan Felicita, değişik ve kıpırdatıcı bir aile hikayesi sunuyor. İzlerken 3 farklı pencereden 3 farklı hayat izliyoruz, ama aslında onların bir aile olduklarını gördüğümüzde, şok içinde onların uyumsuzluk karmaşasını keyifle izliyor buluyoruz kendimizi. . Senaryosu oldukça şaşırtıcı ve gizemle dolu ki, ne olacağını tahmin etmek zor. Bu belirsizlik de aslında filmi sevmemize bir neden. Küçük oyuncu Rita Merle’nin adeta göz doldurucu performansı, filme renk veriyor.
Oliver Laxe, Yangın Yeri filmiyle doğanın tüm elementlerini, bir anne-oğul ilişkisi temelinde Amador karakteri üzerinden gizemli bir yolculukta anlatıyor. Aslında Amador’un psikolojini ve yaşadıklarını film boyunca anlama çözümü içinde güzel olsa da, senaryonun ritmi izleyeni filmden koparabiliyor… Çünkü içine kapanıklığı olan film, git gide izleyeni bunaltıcı bir havaya sokabiliyor. Filmin bazı kavga ve hareketli sahneleri filme izleyeni döndürse de, bir süre sonra filmden uzaklaşmanız kaçınılmaz oluyor…
39. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da İki Film: “Kuş Dili” ve “Sanctorum”
Polonya sinemasına kattığı filmlerle kendine hayran bıraktıran Xawery Zulawski, Mowa Ptaków yani Kuş Dili filmiyle de izleyicisini adeta kendinden geçirten duygulara sokuyor. İlk başta filmi izlerken ‘seviyor muyum’ ‘sevmiyor muyum’ diye düşündüm. Ama gerçekten ‘genius’ kafayı özlediğimi hissettim ve 2020 yılının en kaliteli filmlerinden biriyle karşı karşıya olduğumu görmüş oldum. Xawery Zulawski’nin babası Andrzej Zulawski’ye enfes bir selam gönderişi olmuş film. Polonya’nin siyasi ikliminie de sert eleştirileri göndermesi de ayrı bir dikkat çekici nokta olmuş. Sebastian Fabijanski’nin muazzam performansı da, senenin en iyi oyunculuklarından bir tanesi. Özellikle ‘Thriller’ karikatürize si muazzam ötesiydi…
Joshua Gil’in yönetmenliğini üstlendiği Sanctorum; doğa sesleri, uyuşturucu kartelleri ve ordu arasına sıkışmış bir köyü, gerçekçi ve muazzam bir dille tasvir ediyor. Annesini arayan bir çocuğun çaresizliği, sessiz çığlığı ve masuma yapılan zulüm ön planda ve bu gerçekten filme hoş bir efekt katmış. Doğanın filme ekstra olarak kattığı duygunun büyüleyici etkisini de geçmeden etmemek gerek.
39. İstanbul Film Festivali’nin başarılı belgeselleri…
Göbeklitepe Sakinleri, ‘Atiye’ dizisinden bu yana ilgi odağımız olan tarihi mekan Göbeklitepe’nin tarihine ve civar köylerinde yaşayan halkının Göbeklitepe’nin üzerlerine etkisine odaklanıyor. Fikirsel olarak ilgi çekici bir konuyu ele almasıyla izleme hissi uyandıran belgesel, kimi zaman uzun sekanslarıyla izleyeni filmden koparabiliyor. Özellikle Göbekltepe civarında kazı yapanların bir şeyler bulmasını ya da bulduklarını zannedenlerin üstünün kapatılması, emek verenlerin göz ardı edilmesinin de anlatılmasını anlamlı ve görülmeyenlerin görülmesi gerektiği hususunda durulması açısından önemli buldum…
Asfaltın Altında Dereler Var belgeselini ise çok şaşırarak, kimi zaman üzülerek ve öfkelenerek izledim. Belgesel derdini ve meselesini çok doğru noktalara basarak anlatıyor. Ankara’nın çarpık kentleşmesine ve ‘her yağmur yağdığında neden sel oluyor? ‘ sorusuna çok doğru cevaplar içeriyor Asfaltın Altında Dereler Var belgeseli… Ankara kentine gönül vermiş isimlerin bir araya gelip yaptığı tüm açıklamalar da çok önemli. Ankara’nın asfalt altlarına gizlenmiş derelerinden haberi olmayanlara tavsiyedir. Yasin Semiz’i ve ekibini, bu ilginç konuyu buldukları için kutlamak gerek.
Deniz Tortum’un Maddenin Halleri belgeselini izlerken, hastane ortamına bir günlük misafir oluyor, hatta bir pratisyen hekim gibi hissediyorsunuz. Filmin bir yandan iç gıcıklayıcı hali olsa da, gerçekçi hissi elden bırakmaması ve belgesel normlarını ele alarak hareket etmesi, filmi önemli kılmış.. Ayrıca kara kalem perspektiflerine de bayıldığımı geçmemek gerek…
Daha önce Merve Kayan ile birlikte yönettikleri ‘Mavi Dalga’ filminden tanıdığımız Zeynep Dadak’ın başarılı gözünü biliyorum. Yeni belgesel filmi Ah Gözel İstanbul‘da; İstanbul’un önemli kapılarına, semtlerine ve farklı kültür noktalarına güzel bir bakış atıyoruz. Bilgi verme ve şehir tanıtma açısından başarılı. Görüntüler de gayet teknik anlamda güzel olmuş. Ancak filmin fark koyamaması, kurmaca bölümlerindeki sığlığı ve sanki televizyonda belgesel izliyormuşuz gibi ilerlemesi biraz düşürmüş. Sezgi Mengi’nin kullanılması filme ayrı bir hava verse de, bir süre sonra filmden kopma hissine de kaptırabiliyor sizi…
Film Ekimi’nde dikkat çekenler…
Aneil Kara’nın yönetmenliğini üstlendiği ‘Alabora’ yani ‘Surge’ yılın en dikkat çeken filmlerinden bir tanesi. Sundance’den Ben Whislaw’a performans ödülü gelmesi, aslında ne kadar muhteşem bir performans sergilediğinin de bir kanıtı aslında. Heyecanını son ana kadar bırakmayan, rahatsız edici ve yürek burkan bir film oluş Surge. Sokağın hem suçlarla dolu, hem hareketli hem de renkli anını yakalayan kameranın dili de çok güzel oluşturulmuş. Soğuk ama çevresine saygılı bir adamın, bir anda kural tanımaz birine dönüşümü, çok doğru ve kaliteli kodlarla anlatılmış. Ben Whislaw’a bu filmde yer aldığı tüm festivallerden ödül verilmeli, efsane bir performansa imza atmış.
Martin Provost’un yönetmenliğini üstlendiği “How To Be A Good Wife” yani “İyi Bir Eş Olmanın Yolları” filmi, 60’lı yılların Fransa taşrasında; cinsiyetçi yaklaşıma, mizahi ve duygusal yönden bir bakış atıyor. Paulette’in enstitüsünde genç kızlara ‘ev kadınlıği’ öğretisi, ilk başta diktatör şekliyle, türevlerine oldukça benziyor. Ama olayların bir anda değişmesiyle film, çok daha rahatlayıcı bir hal alıyor ve bir anda müzikale dönüşümüyle izleyicinin içinde kıpırdayan kelebekleri hissetmesine neden oluyor. Özellikle finaldeki tam da o müzikal tadındaki baş kaldırı, takdir edilesiydi. Juliette Binoche her zamanki gibi efsane bir oyuncu olduğunu hatırlatıyor. Ayrıca Yolande Moreau ve Noémie Lvovsky’nin performanslarına da ayrıca bayıldım.