İdea, yani fikir kelimesi Latince “eidein” yani görmek kelimesinden gelir. (Peters, 1967:46-47) Platon, eserlerinde zaman zaman idea yerine “eidos” yani görünüm kelimesini kullanır. Fikir, önce gözle ulaşır zihne. Göz, sinemayı kitlelere ulaştıran biricik duyu organıdır. Sinema da pek çok kez kıyıda/marjda kalanları göze görünür kılma imkânı verdiği için bizce kıymetlidir…
Jin ya da Jın Kürtçede “kadın” demek. Noktayla yazıldığında “kadın”, şapkayla yazıldığında ise “hayat” anlamına geliyor… Genel bir perspektiften bakacak olursak, film ana karakter olan Kürt-gerilla kızı Jin’in yolculuğu üzerine kurulu. Bu yolculuk fiziksel bir yolculuk değil sadece. Bir anda dağdan kaçıp evine dönmeye karar veriyor Jin ve çetin yolculuğu başlıyor. Dağların, ormanların ortasında vahşi hayvanlarla karşılaşan, düze indiğinde iki anlamda da “er-kek”ler tarafından yolu kesilen, kovalanan, taciz edilen, dayağa maruz kalan Jin, adeta bir kıskacın içinde sıkışıp kalıyor ve bu coğrafyada “hayat”a tutunmaya çalışıyor.
Jin, bir anlamda sinemamızdaki farklı temsillerden biri. Terör meselesine de tersten bir bakışı yansıtıyor. Ataerkil sistemin merceklerini çıkarmış ve normatif olmayan bambaşka bir bakış ölçeği kullanmış Reha Erdem. Bir nevi yapısökümcü bir teknikle aktarılmış tema ve olay örgüsü. Jin’le bir kadının gözünden ve bu kadını merkeze alan bir noktadan bakıyoruz kaosa…
Önce elinde silahı ve gerilla kıyafetleriyle çıkıyor karşımıza Jin. Özellikle insanın aklına “Nefes: Vatan Sağolsun”daki tek boyutlu, bireyin-varlığın iç dünya dinamiklerine pek dokunmamış militarist tema geliyor akla. Reha Erdem, bu doğayla resmen hemhal olmuş -hatta doğanın kendisi gibi yakışık duran- kadın yoluyla hafızalarımıza belletilmiş tek boyutlu imgelerin katmanlarını tek tek açıyor.
Filmi bir de ekofeminist bir yorum olarak izlemek mümkün. Çünkü bombalamalarda, yıkımlarda, ormandaki patlamalarda devlet yalnızca “düşman”ı değil aynı zamanda orada yaşayan bütün canlıları öldürüyor. Fakat, doğanın ve içinde yaşayanların ölümü Jin’den asla bağımsız değil; yönetmen özellikle bunları eş zamanlı ya da yer yer ardıl bir biçimde sunuyor. Jin ve asker-gerilla karakterler dışında diğer karakterler neredeyse tümüyle hayvanlar. Kırkayaktan, ayıya, eşeğe, yılana, vaşağa kadar bir çok hayvanı Jin’le olan iletişimleri bağlamında kalp atışlarına kadar detaylı bir sekans içinde görmek mümkün. Jin, bu militarist ortamda ne kadar sertse; bir bitkiye, çiçeğe ya da en vahşisinden hayvana kadar bütün sözde ikincil canlılara karşı bir o kadar “anaç” ve merhametli. İşte bu açılardan bakıldığında ekofeminist bir duruşun olduğunu da söylemek mümkün.
Jin bir sahnede tanımadığı bir eve giriyor. Biraz yiyecek almak ve üzerini değiştirmek istiyor. Tam çıkacakken gözüne ilişen bir coğrafya kitabını da çantasına koyuyor. Ormanda coğrafya kitabını okumaya başlıyor Jin. Hikayenin bu kısmı oldukça sembolik. Rastgele bir sayfa açıyor Jin ve içinde “enlem” ve “boylam” terimlerinin olduğu bölümü algılamaya çalışıyor. Zaten bozuk olan Türkçe’siyle “Ben evrenin neresindeyim?” sorusunu soruyor. Bu soru, Jin’e yönetmence kasıtlı olarak sordurulmuş gibi geliyor. Tıpkı “Korkuyorum Anne”’deki “İnsan nedir ki?” sorusu gibi. Jin gibi hem kadın hem Kürt hem de gerilla olan bir kadının tıpkı siyahi kadınlar gibi “double jeopardy/çifte ikincillik” konumunda olduğunu varsayarsak kendi toprağında sürgün olmuş bu kadının özgürce dolaşacağı enlem ve boylam aralıkları o kadar dardır ki…
Erkek vs. Dişil Doğa: Erkeklik Bağlamında Jin’in ve Özdeşi Doğanın İstismarını Anlama Çabası
Reha Erdem’in Jîn’inde -ve pek çok filminde- gerçekten uzaklaştığını görmek mümkün. Masalsı ve yer yer mitolojik öğelerle donatılmış bir anlatı. Masalsı havaya katkıda bulunan bir öge, Jin’in tıpkı Reha Erdem’in Kozmos filminde gördüğümüz gibi karakterini, mistik, aziz/e benzeri bir dokuyla bezemesi. Jin de Doğa Ana’nın ete kemiğe bürünmüş, İsa gibi toplumda kurban edilmiş, çarmığa gerilmiş hali gibi. Zira en sonunda Jin’i askerlerin silahla taraması ve devasa ağacın kollarından yere düşmesi; bir çok evrensel bir kurban arketipini anımsatıyor. Tırtılından, vaşağına kadar film süresince karşımıza çıkan bütün hayvanlar başına toplanıyor en sonunda. Sessiz bir ağıt yakılıyor sanki ve bu andaki muazzam bir görüntü çıkıyor karşımıza.
Bu noktada, ataerkil sistemin kültür ya da militarist sistemler dolayımıyla ilk istismar ettiği şeyin “doğa” olduğu bir kez daha hatırımıza geliyor. Kadın erkek eşitsizliğinin, erkek tahakkümünün de öncesinde ilk eşitsizlik doğa ile insan arasında belirir. Yani tarihsel bir iktidar olarak erkeklik de bu ilk eşitsizlik döneminde yavaş yavaş köklerini salar. İnsanın kültür dolayımıyla ilk iğfal ettiği doğadır. Bu durum tarımın keşfiyle başlar. Tarımın keşfi hem insanın önünde yeni ufuklar açmış, hem de ondan bazı şeyleri götürmüştür. Mülkiyet, eşitsizlik ve tahakküm de yine bu dönüşümün sonunda ortaya çıkmıştır. (Atay,14-15)
İnsanlık tarihindeki bu ilk eşitsizliğin türevi olduğu söylenebilecek ikinci eşitsizlik, erkekle kadın arasında beliriyor. Özellikle saban tarımı döneminden itibaren kendini gösteren bu eşitsizlik, kadını erkeğe bağımlı, tabi ve mahkûm kılarken “erkek iktidarı” tam da bu noktada belirginleşiyor.
Öte yandan, daha sonraları bu dişil bereket tanrıçasından, eril göktanrıya doğru bir toplumsal yol alış başlıyor. Bu geçiş aslında toprağa kendisine bereket sunduğu için tapan insandan, onu çitle çevirip mülk edinen insane geçiş. Birincisinin (dişil olanın) dünyasına hala büyük ölçüde “doğal”, eşitlikçi ve özgür bir insanlığın simgesel dışa vurumu olan dişil kutsallık hakim olurken, ikincisinin dünyası eşitsizliğin, ezikliğin ve esirliğin belirdiği bir hayatın eril tanrısını barındırıyor.
Toprak, özne iken nesne olur. Kadın(lık) da öyle. Kadın artık yaşamın kaynağı, cömert ve bereketli toprak değil, erkeğin yarattığı canı içinde tutup büyüten bir taşıyıcıdan (konteynırdan) ibarettir. (Berktay, 2000: 59)
Lafı uzatmadan eklemek gerekiyor; Reha Erdem, mevcut normatif bakış rejimini es geçerek öyküsünü dişil bir mercekten akıttığı ve biraz da “yamuk” baktırdığı için “düpedüz” bakmaktan yorulanların bir hayli keyifle izleyecekleri bir film…