Kara Kitap’ı ilk yayımlanışından otuz yıl sonra okudum. Kitabın sonuna eklenen Kitabın Yazılış Hikâyesi’nde, Nobel jürisini en çok etkileyen kitabın Kara Kitap olduğunun belirtilmesine işin aslı pek de şaşırmadım. Tüm külliyatını kişisel pek çok sebepten hâlâ okumadığım daha doğrusu okumayı hep ertelediğim Orhan Pamuk’la uzun bir aradan sonra Kara Kitap’la buluşmak oldukça hoş bir deneyimdi. Hoş deneyimleri paylaşmak güzeldir.
Kara Kitap’ın Olması Gereken Sırrı
Uzundur düşünüyordum; bizde kahramanın yolculuğu neredeydi? Kahramanın yolculuğuyla birlikte onun değişiminin gizli tanıkları olacağımız o belirgin edebi hazza ne olmuştu? Kara Kitap bende o belirgin kavrayışı ve hazzı yarattı mı? Biraz; daha çok edebi bir bize bakma duygusuyla, unuttuğumuz ayrıntıları, kavrayışları ve kendi sorularını aslında herkesin sorularını detaylandırışıyla beni büyüledi. Ki burada büyü sözcüğünü sanat nesnesinin yaratması gereken illüzyon olarak kullandığımı belirtmek istiyorum.
“Yüzyıllardır aradıkları altını hiçbir zaman bulamayacaklarını bilmemeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, istediği kadar seyircisine yaptığı işin bir hilesi olduğunu söylesin, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun, bir hileyle değil, bir büyüyle karşılaştığı için mutlu oluyordu.” diyen Kara Kitap karakterlerinden Saim gibi düşünüyordum ben de. Romanın gizi de bu illüzyonu fazlasıyla sağlamasında bulunuyordu.
Okur yani daimi okur şunu bir yerden sonra hissetmeye başlıyordu. Okudukları arasında gerçekten okuma keyfini hücrelerinde hissederek eline aldığı yapıt sayısı bir yerden sonra okuduklarına ters orantılı olarak azalıyordu. Bazen öyle bir hâl alıyordu ki; artık okuma eyleminin kendisini bile sorgulatıyordu. Ama meselem bu değil. Meselem, bu az bulunan edebi hazzın Kara Kitap’ta çokça yer aldığını anlatmak da değil meselem tam burada susacakken kitaptan şu alıntıyı hatırlamam:
“Acaba bu neyin işareti diye soracaktı belki de bana, ama fazla konuştuğu, kendi dertleriyle dünyayı fazla işgal ettiğini hissediveren vatandaşlarımızın kapıldığı o çaresiz ve hüzünlü sessizliğe kaptırmıştı kendini.”
Evet, sonuçta bu yazıyı yazmayıp da kendimi bu çaresiz ve hüzünlü sessizliğe bırakacaktım ve ne olacaktı?
Kitabın Sularında
Ben de yine kitapta belirtilen bir elbiseyi değil, bir hayali satın alan müşteri değil miydim sonuçta? Hayalini satın aldığım bu okuma hazzından bahsederek hayalin içinde tam da kitabın kahramanı Galip’in ve kitabın da ana eksenlerinden birisi olan bir tür kendisi olmayı çıkarmıyor muydum?
“Her şeyden önce, babam bizi bir yapan hareketlere dikkat etmemiz gerektiğini söylerdi!”
Bizi biz yapan hareketlerimizden biri de kimi daimi okurun yiten edebiyat keyfi değil miydi? Başka bir okurun da pekâlâ benim gibi o hazzı yeniden yakalayacağı kitapların peşinde olduğunu düşünerek bu yazıyı yazıyor ve Kara Kitap’ın sularında yüzüyordum.
“Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz!” dedi gururla Saim, bu şaşkınlık ve sessizlik ânında. “Yazı hariç.”
Yazarın Gitgide Galip’e Benzemesi
Kara Kitap’ın Yazılması Hikâyesi’nde Orhan Pamuk, gitgide Galip’e benzemesinden bahsediyor.
“‘O’ tabii ki, göz’dü. Olmak istediğim kişiydi göz. Ben önce ‘göz’ü değil, O’nu yaratmıştım, olmak istediğim kişiyi. Olmak istediğim ‘O’ da kendinden bana uzanan o korkunç, boğucu bakışı salıvermişti üzerime. Özgürlüğümü kısıtlayan ‘göz’ her şeyimi görüp yargılayan o insafsız bakış, üzerimden hiç ayrılmayan lanet olası bir güneş gibi tepemde asılıp kalmıştı. Sözlerime kanıp şikâyet ettiğimi sanmayın sakın. ‘Göz’ün bana sunduğu pırıl pırıl manzaradan hoşnuttum.”
Okur da o söylemese bilemeyeceği bu bilginin yanında yazarın kitabın sonunda araya giren sözlerinden olmasa da yukarıdaki alıntı gibi kimi yerlerde onun izleriyle karşılaştığını düşünmekten memnun oluyordu belki benim gibi. Belki de kitapta tam da Godot’u bekler gibi bir kurtarıcı bekleyen bizi, “kendi olma” tartışmalarını ve sonra bir başkası ve bir başkası daha olmayı, manayı, gizi, arayışıyla bizi biz yapan evimizde kalmayı sevecekti. Ne de olsa hepimiz bir yerde romanda geçen Şehrikalp Apartmanı’nın çatı katından sokağa bakmıyor muyduk? Oradan kovuluyor ve oraya dönmüyor muyduk? Hepimiz bitmeyen bir İthake yolculuğu içinde kendimiz olmaya çalışmıyor muyduk?
Yeşil Tükenmez Kalemle Altını Çizmeden Geçemeyeceğim
İçindeki hikâyeleri ve hikâyeler içindeki hikâyeleriyle zevkle okunan Kara Kitap, her şeye rağmen değişmeyen Galip’i ve her şeye rağmen değişmeyen bizi aynalayarak roman içinde defalarca karşılaştığımız yeşil tükenmez kalemle de aramızda bir bağ kuruyor. Kitabın aynasına bakan okur da yine kitabın bir yerindeki keramati kendinden menkul aynada farklı şeyler görülmesi gibi belki de altını yeşil mürekkeple çizeceği nice farklı şey görüyor.
Kitabın bir yerinde parantez içinde (lütfen biraz yavaş) denmesi boşuna değil. Bu hız çağında, okumanın hazzını yeniden bulabilmek için de okuma eylemiyle bir çeşit oyuna girmek için de biraz yavaşlamak şart. Bu yavaşlığın içinde yeşil mürekkeple altını çizerim ki; Kara Kitap’ta her şey toz pembe değil. Galip’in karşılaştığı ve kendinin Rüya olmasını düşleyen arkadaşı Belkıs, daha sonraki bir karşılaşmada aslında sınıflarında öyle biri olmadığı söylenerek, kim olduğu ve o zaman o karşılaşmada aslında ne olduğu belirsiz bir halde kitabın sayfaları arasında kayboluyor. Yoksa kitabın dediği gibi insanın kendi olmasına izin vermedikleri bu yerlerde, bunca zenginlik barındıran Kara Kitap da Belkıs’ın kendi olmasına izin vermemiş miydi? Ne de olsa Galip, minareye çıkan Belkıs’ı takip etmişti ve bir kadın karakteri takip eden roman kahramanlarına bu coğrafyada hâlâ oldukça az rastlanıyordu.
Alıntılar: Orhan Pamuk, Kara Kitap, YKY Yayınları, 13. Baskı, Şubat, 2020, s. 79, 49, 63, 76, 108