Hazırlayan: Latif Tiftikçi – Tiyatro Oyuncusu
Daha ilk satırlarla bir çırpınışın içinde buluyoruz kendimizi. Yerde yatan bir kadın… Onun sesinden, ağzından, gözünden, duyularından neler olup bittiğini bizler de anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki yerde yatan değiliz. Bıçaklanmış, yere kapaklanmış, ölümle pençeleşen Miray öğretmen değiliz. Şimdiye dek hep izledik Mirayları. Gazete köşelerinden, tv haberlerinden, sosyal medya duvarlarından hep izledik yerde yatan Mirayları. Metin Turan bizi izleyici olmanın, izleyici kalmanın, durduğumuz yerden ah vah etmenin ötesine geçirmeye ve daha ilk satırlarda Miraylaştırmaya çalışıyor. Tüm Miray olanların; hayatın neresinden, hangi sosyal çevresinden, konumundan, sınıfından olursa olsun tüm yerde yatanların ortak duyumsadığı bir şeyler olmalı; yaşamak için, hayata tutunabilmek için, nefes alabilmek için ortak bir şeyler… Belki de bu nedenle biz okurları Miray kılmaya, hepimizin ortak yanını bulmaya çağırıyor. Satırları Miray’ın ağzından okurken, bir süre sonra o olan bir çırpınışın içinde buluyoruz kendimizi. Miray oluyoruz; aşağılanan, damgalanan, korunmayan, bıçaklanan, dövülen, öldürülen.
Miray’ın çaresiz çığlığını bize attırmaya çalışıyor Metin Turan:
“Beni kim, neden öldürmek istesin?”
Sadece dudaklarımı değil, bütün bedenimi silme harekete geçirmiş, nasıl becerdiysem vücudumun tamamını âdeta kocaman bir ağıza dönüştürmüş gibiyim. Duyulsun ya da duyulmasın, şimdi, şu an, bunun pek bir önemi yok. Avaz avazım. Hani topyekûn çığlık:
“Beni kim, neden öldürmek istesin?”
İlerleyen satırlarda gene Miray’ın sesinden, onun hikâyesine geçerken, belki sadece biçimsel olarak farklı, kendi hikâyelerimizde bulabiliriz kendimizi.
“Kulağı radyoda çalınan şarkıdayken ajandasını okuyan kendimi, yattığım yerden bir film izler gibi izliyorum.”
Film izler gibi…
Öykünün anlatım biçimi de bir filmden kareler gibi. Tersten başlayan bir kurgusu var. Sonunu baştan veriyor; yerde yatan bir kadın. Ölü değil ama öldürülmüş. Yaşamaya can atıyor. İlk yardım ekipleri pes etmiş. Artık morga gidecek denli ölü sayılmış. Oysa o yaşıyor içten içe. En içinden yaşıyor. Ve öykü bize Miray’ın hangi yaşam kıvrımlarından gelip yerde yatan bir ölüye dönüştüğünü film kareleri gibi parça parça başlıyor anlatmaya. Miray’ın kendini izleyen sesinden. Nasıl yaşarsa yaşasın, Miraylar yerde yatan bir ölü olacak önünde sonunda. Kaçınılmaz son! Ve bir soru işareti. Öyle mi olmalı son? Onu yaşar kılmaktaki sorumluluğumuz? Onun yerde yatan olmasındaki sorumluluğumuz? Filmin kareleri; öykünün her bir bölümü bizim sorumluluklarımızın, sorumsuzluklarımızın birer dökümü gibi:
İstenmek… Sahibi olunmak… Ben sana bakarım denmek… Seni mutlu edeceğim denilmek… Giyimine kuşamına, etek boyuna karışılmak… Ağzından çıkan her kelimenin, attığın her adımın, edindiğin her arkadaşın bilmediğin evlerde, bilmediğin kahve köşelerinde, bilmediğin insanlarca dillendirilmesi…
Ve ister farkında ol, ister olma, yaşamının başkalarının elinde, dilinde, beyninde dolaşan salt bedenden bir varlığa, varlıksızlığa dönüşmesi. Seni senden çok başkalarının yaşaması; anne-babanın, kahve köşelerinde okey döndürenlerin, bindiğin taksinin şoförünün, ev aradığın emlakçının, komşuların, mesai arkadaşlarının… daha haberin yokken, ihtiyacın yokken, senin adına alınmış kararlarla hayatının başkalarının elinde, dilinde, beyninde dönenip durması.
Giyim tarzından dolayı sorgulamadık mı başkalarını?
Ayrıldığı ya da boşandığı için “Kızım, burası bir kere aile yeri, tamam mı?” diye damgalamadık mı komşumuzu?
Boşanmış olmayı bir suç ya da bir leke olarak görmedik mi hiç? Bulunduğumuz muhitte ağzımıza sakız etmedik mi?
Daha çocuk yaşta, sırf erkek olduğumuz için kız çocuklarından ayrı, öte, üstün tutulmadık mı? Üstün tutmadık mı erkek olanı diğerlerinden? “Körpe beynimiz hoyratça ezilip yoğrulmadı mı?”
Ve sokak ortasında “erkeği” tarafından dövülen, bıçaklanan, kurşunlanan kadınların izleyicisi olurken bir kez daha ve daha çok öldürmedik mi?
Miray, ambulansın içinde, hastane koridorunda bir yandan kalp masajı yapılarak hayata döndürülmeye çalışılırken, onun duyularından hikâyenin içine sokulmuş olan bizler hayat soluğunu almaya çalışıyoruz. Miray’ın yaşaması için bizim de yaşamamız gerekiyor çünkü. Bizler daha sağken ölmüşsek, bizler daha sağken Miraylara sırt çevirdiysek, görmezden geldiysek, sadece ah vah edip işimize, yolumuza devam ettiysek; bizim de yaşama dönmemiz, soluk almamız gerekiyor. Onun yaşama dönme çabasında bizler de hayati soluğu almalıyız.
O zaman öykünün sonundaki gibi hastaneden çıkan sadece Miray değil hepimiz olabiliriz.
Ve o zaman; “Dünyanın işiyle gücünün, sadece basitçe dönmek olmadığını görmek güzel” olurdu.
Metin Turan’ın ele aldığı hikaye; ama direkt, ama kıyısından köşesinden içinde olduğumuz bir yaşamın öyküsü. Başlayıp biten değil, ısrarla yeniden yeniden başlayan bir yaşama çabasının umutkâr bir öyküsü.