Modern insanlık, kendi bekasının bağlı olduğu doğal dünyayı hızla tahrip ediyor. Gezegenimizin her yerinde tablo aynıdır. Ormanlar kesiliyor, sulak alanlar kurutuluyor, mercan kayalıkları kazılıp sökülüyor, tarım alanları aşınıyor, tuzlanıyor, çoraklaşıyor ya da sadece üstü asfalt veya taşla kaplanıyor.
Kirlenme şimdi genelleşmiştir: Yeraltı sularımız, derelerimiz, çaylarımız, ırmaklarımız, koylarımız, denizlerimiz, okyanuslarımız, soluduğumuz hava, yediğimiz yiyecek, tümü etkileniyor. Şimdi dünyada yaşayan hemen hemen her tür, vücudunda, tarımda ve sanayide kullanılan kimyasal maddelerden bir miktar taşıyor: Onların birçoğunun kansere ya da genlerde değişmeye yol açtığı biliniyor ya da yol açtığından kuşkulanıyor.
Tüm bu gerçekler, esas olarak gezegenin geleceğini tehlikeye atan tüm insanlar için de geçerlidir. Dolayısıyla herkesin doğanın yoğun tahribatından kaynaklı ciddi korkular duyduğu bilinen bir gerçektir. Ancak sistemin devamlılığını ön plana alan ekolojik emperyalizm çağı, bu noktada doğanın korunması amacına değil sistemin işlerliğine odaklanmıştır. Buna karşılık herkesin bildiği son, tüm canlılar için gelecek ve doğa tahribatı, tahakkümü ve toplumsal tahakküm süreçleri devam ettikçe sonu hızlandırmak, kaçınılmazdır.
Bu noktada ekolojik emperyalizme karşı, doğa ve canlıların değerli olduğu, çok özneli, her varlığın var olmasından kaynaklı kendi değeri olduğu düşüncesinden yola çıkılmalı ve roller yeniden düzenlenmelidir. Gerek ulusal gerek ulus üstü yapılar temel kurallarını (artık!) ekolojik gerekliliklere göre düzenlemelidir.
Hayatta kalma yerine yaşama hakkı
İnsan dahil, tabiatın parçası olan her varlığın hakları, diğer canlı varlıkların (ekosistemler, eko-bölgeler, biyo-bölgeler de dahil olmak üzere) haklarıyla sınırlıdır; bu varlıkların hakları arasındaki çelişkiler doğanın bütünlüğü, dengesi ve sağlığı temelinde çözülmelidir. İnsan doğayı istediği oranda kullanma hakkına sahip değildir, çünkü insan doğanın efendisi ya da sahibi değil tam da sömürdüğü doğanın bir parçasıdır.
Doğa tahribatını hat safhaya ulaştıran ve bunu kendi varlığını tehlikeye atmak pahasına yapan bir varlık olarak insan bu konumundan vazgeçmeli, ekolojik üretim ve tüketim biçimlerine yönelmeli ve bunu yaparken diğer canlıların ve doğanın da haklarını gözardı etmemelidir.
İnsanın bu süreçte sömürü altına aldığı tüm canlıları hayatta kalma mücadelesine mahkûm ettiği gerçekliği göz önünde bulundurulur ise, gerek gıda, gerek su, gerek çeşitlilik ve gerek sürekliliğin tüm canlıların ve doğanın hakkı olduğu gözetilmeli ve tüm canlıların ve doğanın hayatta kalma yerine yaşama hakkının var olduğu bilinmelidir. Gelinen noktada artık “hayatta kalmak” yerine “yaşamak” önemsenmeli, tüm canlıların ve doğanın yaşayabileceği yeni bir sistem geliştirilmeli ve canlıların yaşama hakkını elinden alan sömürü sürecine bir son verilmelidir.
Kaynak: John Bellamy Foster- Savunmasız Gezegen, Mahmut Boynudelik- Ekolojik Anayasa