Yaşamını çevreye, doğaya ve canlılığa adamış biri olarak mücadele veren ve bu mücadeleyi sadece Batman ya da Hasankeyf ile sınırlandırmayıp yeryüzü meselesi olarak gören biri olarak tanıyoruz Emin Bulut’u. Hasankeyf’in tarihselliğini, doğasını merkezimize alarak başlıyoruz röportajımıza. Neleri kaybedebileceğimizi ve her zorluğa rağmen mücadele etmemiz gerektiğini unutmadan…
“Kapitalizmin en derin kademelerinde yaşamak önemli bir aşamadır”
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
Her inanç ve milletten insanların iç içe yaşadığı bir coğrafya olan Batman’ın Hisar Köyü’nde 1973 yılında dünyaya geldim. Bu topluluklar binlerce yıldır beraber yaşadığı için bütün kültürleri ve değerleri içinde hisseden bir aileden ve toplumdan geliyorum doğal olarak. Aile olarak 1978 yılında Batman kent merkezine göç etmemizle farklı bir kültür yapısının ve kapitalizmin en derin kademelerinin içine de girmiş olduk. Bu olayla hem kültürel hem de maddi olarak yoksullaşmamız önemli bir aşamadır benim hayatım açısından.
Bu geçiş aşamasıyla da beraber mücadelenizin şekillenmesini nasıl tanımlarsınız?
1985-1995 yılları, yaşadığımız bölge açısından zorlu dönemlerdi. Bu açıdan ilk yaşam mücadelesi öğrenci hareketleriyle başladı tabii. 4-5 arkadaşla birlikte 1995 yıllarında Batman Çevre Gönüllüleri Derneği’ni kurmamızla çevre odaklı bir mücadeleye dönüştü. Bu dönemde Batman’a termik santral kurulması derneğin oluşumunu tetikleyen sorun oldu. 1996-1997 yıllarında ise Ilısu Barajı’nın yapımıyla göreceği zarardan ötürü Hasankeyf ilçesine yoğunlaştık ve yine kurucuları arasında yer aldığım Hasankeyf Gönüllüleri Derneği’ni kurduk. Hasankeyf için verdiğimiz mücadelenin yanında Hevsel Bahçeleri, Batman Kent Ormanı Projesi, bu bölgedeki dağlarda yaşayan Çorik keçisi olarak da bilinen dağ keçisinin yaşam alanının korunması için geliştirilen projeler ve Batman’ın tanıtımıyla ilgili projeler olmak üzere ekolojik merkezli birçok alanda mücadele vermeye devam ediyorum.
“Kent ormanımız bilinçli bir şekilde bakımı yapılmayarak kurumaya terk edildi.”
Sürekli gündemimizde olduğu için öncelikle kent ormanı projenize değinmek istiyorum. Bu proje nasıl bir süreçte devam ediyor?
Şehrin ve Batman Üniversite’sinin alanında 2002 yılından itibaren bu projeyi Batman Çevre Gönüllüleri Derneği olarak oluşturmaya çalışıyoruz. Tüm kurumlar, öğrenciler ve aktivistlerle birlikte bir milyon palamut ekmiştik. Fakat şehirlerdeki yapılaşmaya hakim olan TOKİ buraya göz dikti ve iki bin adet konut yapımına başladı. 3-4 yaşlarındaki meşe ve palamut fidanlarımızın bir kısmı Orman İşletme Müdürlüğü tarafından bilinçli olarak sulanmayarak kurumaya terk edildi. Kırk bin dönüm arazi üzerindeki Batman’a oksijen deposu olacak bu proje malesef şuan büyük tehlike altında. Bu konuda yaptığımız basın açıklamaları ve duyuruların ses getirmesiyle valilik bölgenin orman olarak kalması için Orman İşletme Müdürlüğü’ne yeni bir yazı hazırladı. Şu anki düzenlemeye göre alanın yaklaşık 10 bin dönümü yeni fakülte binaları için üniversiteye bırakıldı. Kurumaya terk edilmiş alan için ise baharda yeniden pilot bir proje ile kent ormanını oluşturma çabalarımızı sürdüreceğiz.
Hevsel Bahçeleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Güneydoğu’daki en önemli çevre hareketlerinden biri de Hevsel hareketidir. Hevsel Bahçeleri UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine aday ve binlerce yılllık geçmişe sahip bir bölge. Diyarbakır’da, Dicle Nehri kıyısında bulunan dünyanın en doğal botanik bahçelerinden biridir. Burada birçok endemik tür olduğuna eminiz. Otuz tür kuş, ağaç türleri, yine otuza yakın henüz sınıflandıramadığımız endemik bitki türleri bulunmakta. Bu bölgede süren çok çeşitli yaşam biçimleri ve canlı türleri var. Fakat Hevsel Bahçeleri de ülke genelinde yaygın olan imar sorununu ciddi olarak halen yaşamakta. Bu konuyu Dicle Üniversitesi ve Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ile görüşmeye devam ediyoruz. Ben hükümeti eleştirirken Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne de çok büyük görev düştüğünü ve maalesef bu konuda eksikliklerin olduğunu söylemek zorundayım. Biz Hevsel Bahçeleri’ni çok önemsiyoruz ve buraya mutlaka dikkat çekmemiz gerekiyor. Hevsel Bahçeleri mutlak suretle dünyanın en doğal ve en büyük botanik bahçesine dönüştürülmelidir.
Batman’ın tanıtımının ve bu bölgeye özgü olan Çorik keçisinin mücadelenizde nasıl bir yeri var?
Çorik keçisi olarak adlandırdığımız dağ keçisi bu bölgedeki Raman Dağları, Mava Dağları ve Gareto Dağları’nda yaşamını sürdürüyor. Bölge halkı aynı zamanda yetiştiricik de yapıyor. Biz de Batman’da yeni kurduğumuz Batman Doğal Yaşamı Koruma Derneği ile birlikte proje hazırlayarak, Çorik keçisini koruma altına almayı amaçlıyoruz. Bu konuda UNDP ve Birleşmiş Milletler’e de başvurularımız olacak. Ayrıca şuanda başkanlığını yürüttüğüm Batman Turizm ve Tanıtım Derneği olarak çevre duyarlılığı konusunda projelerimiz oluyor. Örneğin mücadelemize katkı sundukları için yaklaşık 2 bin 500 doğa, çevre ve kültür aktivistini Batman’da incir ve nar ağaçlarından oluşturduğumuz doğal kamping alanlarında ücretsiz olarak misafir ettik; ekoloji, çevre, iklim konusundaki bilgilerimizi paylaştık. Bu etkinlikle birlikte mücadelemiz uluslararası ve güzel bir boyut kazandı.
“Ilısu Barajı Hasankeyf’e çok zarar verecek bir ahtapot projedir”
Hasankeyf’i ele alırsak, bu konuda birçok şey yazıldı çizildi. O bölgede doğmuş ve yaşamış biri olarak sizin izlenimleriniz nelerdir?
Hasankeyf tarihiyle, doğasıyla ve kültürüyle birlikte; bin 500 canlı türünü, endemik bitkileri, çizgili sırtlanları, sayısı 350’yi bulan ören yerlerini, höyükleri, antik kent yerleşimlerini içinde barındıran çok değerli bir bölge. Dicle Nehri ise, yeryüzünde insanım, canlıyım ve bitkiyim diyen her unsurun varolduğu merkezdir, tarihi bir medeniyettir.
Ilısu Barajı’na yaklaşımınız nasıl?
Planlaması 1954 yılında Adnan Menderes döneminde yapılmış Ilısu Barajı’yla birlikte tüm bu medeniyet; iki Kıbrıs toprağı boyutunda verimli arazi, seksen köy ve dünyanın en önemli antik kentlerinden olan Hasankeyf sular altında kalacak. Göçler uzun süredir devam ediyor, en az yüz bin insan göç etti ve etmeye devam ediyor. Hepsini hesaba kattığımızda büyük değerleri maalesef sulara gömecek devasa ahtapot proje olarak görüyoruz biz HES barajını. Hatta mitolojiye göre Nuh’un gemisinin hikâyesinin geçtiği coğrafya olduğu için ben Ilısu Barajı’nı 2. Nuh Tufanına benzetirim. Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, Yukarı Mezopotamya’nın belki de en eski medeniyet ve inançlarını barındırmış çok verimli bir havza sular altında kalıyor bu proje ile.
“7 kez ölümden döndüğüm suikaste uğradım.”
Bildiğimiz gibi Ilısu Barajı’nı engellemek için birçok aktivistlerden, STKlardan oluşan; çeşitli devlet kurumlarından ve bilimsel alanlardan tepkilerde bulunuldu. Sizin bu noktada duruşunuz nedir?
Hasankeyf mücadelesi bugün Türkiye’deki çevre hareketinin en önemli başlangıç noktasıdır. Nükleerden önce, termik santralden önce Hasankeyf’in ekolojik, doğal, tarihi ve kültürel yapıları için bu HES barajına karşı tepki geliştirilmiştir. Biz de uzun yıllar önce Batman Çevre Gönüllüleri Derneği’ni kurarak çok ciddi tepkiler ortaya koyduk, meydanlarda veya parklarda ağızlarımızı bantlayarak, zincirden insan halkaları oluşturarak eylemler yaptık, yürüyüşler düzenledik. Ve bayağı da ses getirdik, hatta bir arkadaşımız termik santral firmasının saldırısına uğradı ve ölümden döndü. Ben de aynı zamanda devlet memuruyum. Sağlık çalışanıyım. Ilısu Barajı’na karşı mücadele verirken 7 kez sürgün edildim kendi şehrimden, 7 kez ölümden döndüğüm suikaste uğradım. Üstelik bunlardan ikisini birebir hissettim, diğerleri ise bazı güvenlik birimlerince bize söylenenler, bilmediklerimiz.
Peki, tüm bu saldırıların dayanağı ne olabilir?
Tabii biliyorsunuz önceki dönemlerde orada hem devletin bir şiddeti var, hem örgütlerin psikolojik baskısı var -ister PKK olsun ister Hizbullah olsun- ve feodalizm dediğimiz aile baskısı da var. Burada dört büyük gücün arasında çevreyle nasıl haşır neşir olacaksınız, çok farklı bir durum ve çok zor şartlar altında sivil toplum olarak aktivizm açısından çalışmalar yaptık. Aslında projenin başlangıç döneminde Hasankeyf için dönemin firmaları, toprak ağaları ve şeyhleri devletle birlikte çok ciddi bir şekilde lobi yapıyorlardı. Hatta ara ara bazı hükûmetler döneminde bu proje rafa kaldırılıyordu. Fakat toprak şeyhleri, ağaları bu toprak tapularını acilen kendi üzerlerine alıp buradan alacakları istimlak parasının hesaplarını yaparak mevcut hükümete “bu projeyi yapın” diyordu. Böyle bir zihniyet hakimdi ve biz bunlarla da mücadele ettik.
“Hasankeyf dünyanın halen yaşamakta olan en eski ekolojik kentlerinden biridir”
Yüksek mercilerin bu projeye yaklaşımı ekonomikken yerel halkın tepkisi ne oldu? Sizi nasıl karşıladılar?
Hasankeyflileri biliyorsunuz, hem geçmişten hem sistemden kaynaklı olarak biraz muhafazakar bir topluluktur, içe kapalıdır. Geçmişine bakarsak eski Arap bedevi kabileleri oraya yerleşmişler ve açılamıyorlar, o yüzden gelen her sistem onları asimile etmiş. Buranın insanlarına karşı hassasız, onları da düşünüyoruz. Başta çeşitli sebeplerden dolayı ekolojinin ya da yaşamın, nehirlerin akıntısının durdurulmasıyla ekosistemin bozulduğunun farkında değillerdi. Aç oldukları, paraya ihtiyaçları olduğu, sıkıntıda oldukları için ya da yaşamı bir noktadan görebildikleri için bu hareketlere çok sıcak bakamıyorlardı. Biz bu noktada onlara; onların hayat biçimine saygı duyarak, onların benimseyebileceği yaklaşımlar sunduk. Sonradan anladılar ki gerçekten devlet onlar için değil; tamamen sermaye için, atalarının doğduğu mezarları ve kemiklerini dahi yokedebilecek bir sistemle ilerliyor. İşte bu sistemden dolayı yeni yeni farkına vardılar, devletin bu işi ticaret gözüyle, rant gözüyle gördüklerini anladılar. Ama biraz da iş işten geçti; çünkü barajın neredeyse %60’ı tamamlandı. Ama halk da yavaş yavaş bizim eylemsellik hareketimize katıldı, kendi çapında çadırlar kurarak sesini yükseltmeye Hasankeyf’in köprüsünü kapatmaya başladı.
Bu destekte bölge halkının yaşam biçiminin de etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Nasıl bir yaşam biçimi hakim bu bölgede?
Hasankeyf dünyanın yaşayan ilk ve en eski ekoköylerinden, ekolojik kentlerinden biridir. Çünkü bu bölge, beş bine yakın tescilli mağarası ve buna paralel Dicle Vadisi boyunca uzanan yine yaklaşık beş bin mağara olmak üzere toplamda on bin mağarasıyla Dicle Vadisi boyunca ekolojik yaşamla bütünleşen bir merkezdir. Organik yaşamdan organik tarıma kadar hayatın her yönüyle ekolojik bir yaşam Dicle boyunca sürdürülüyor. Örneğin şuanda vadi boyunca Çayüstü, Oymataş, Alaaddin Köyleri ve Zerraki Mezrası’nda hiçbir yapılaşma olmadan mağara yaşamlarını bin yıldır sürdürüyor. Tarımda damla sulama gibi teknikler kullanılmıyor. Kayalar oyularak veya nehirden kanallar oluşturularak gerek yağmur suyu, gerek nehir suyundan, gerekse içme sularından arta kalan doğal oyuklarla sulama yapıyorlar ve hem bu sistemi devam ettiriyorlar hem de ekolojik yaşamı birebir yaşıyorlar. Gübre olarak da hiçbir zararlı kimyasal gübre kullanmıyorlar ve doğal gübre yetiştiriciliği yapıyorlar.
Peki, bu köylerin Ilısu Barajı’nın verdiği ve vereceği zararın yanında yaşadıkları zorluklar var mı?
Maalesef devlet bütün bu köyleri de boşaltıp modern köy yapmaya çalışıyor. Biz ise buna karşı köylüleri, vatandaşı bilinçlendirmeye çalışıyoruz. Birebir haftasonlarımızı orada geçirmeye çalışıyoruz. Tiyatro gruplarımızla, çevre gruplarımızla, kültürel faaliyetlerde bulunan derneklerimiz ve oradaki yerel belediyelerin de içinde olduğu yerel kurumlarımızla köylülerimizin moral ve motivasyonunu yükseltmeye çalışıyoruz. Onlara devlet tarafından yeni evler yapılacağı söyleniyor. Devletin burası için devlet eliyle yeni kooperatifler kurup köylüleri borçlandırma politikası var. Devlet köylerde yaşayan halkımızı yine devlet eliyle 50 yıl borçlandırmaya çalışıyor. Biz de devletin bu projelerine karşı diyoruz ki; “Biz geleceğiz, sizinle yaşayacağız, size yardımcı olacağız; köylerinizi terk etmeyin, geleneksel köy yaşamınızı devam ettirin.” Çünkü köylülerimiz o yaşamdan çıktıkları gibi hem kültürlerin, hem topraklarını hem de sağlıklarını kaybedecekler. Şuan bölgede yaşayan 80 yaşlarında insanlarımız var ve bu onların sağlıklarını olumsuz etkileyecek.
“Biz anamıza sahip çıkmaya çalışıyoruz”
Tüm bu zorluklara rağmen farklı alanlarda mücadele etmenizi sağlayan nedir?
Hasankeyf sadece Hasankeyflilerin değildir, Dicle Nehri sadece Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Acemlerin, Ermenilerin ya da Süryanilerin değildir. O bölgedeki Ağrı Dağı’ndan Sason Dağı’na bütün o karların eridiği, Güneydoğu Torosları olarak adlandırılan o zincir gibi dağ silsilesinden eriyen karların oluşturduğu Fırat ve Dicle Nehri yeryüzü uygarlığının, medeniyetin başlangıç noktasıdır. Bu açıdan Mezopotamya diyoruz ve bu açıdan sadece şuanda orada bulunan milletlerin değil tüm canlılığın anayurdudur. O yüzden biz anamıza sahip çıkmaya çalıyoruz. Toprağın ana çıkış noktasını sahiplenirken aslında yeryüzünü sahipleniyoruz. Yerel bir hareket gibi gözükse de aslında bir yeryüzü hareketi olarak önümüze bakıyoruz. Olay basit değil tabii; ama yıkmaya çalışanların karşısında kurmaya ve korumaya çalışanlar da her zaman vardır.
Yeryüzü hareketi anlayışınıza paralel olarak bakarsak, dünya çapında bilim insanlarından destek gördüğünüzü söylemiştiniz. Aynı desteği çevre aktivistlerinden de gördünüz mü?
Evet, sağolsunlar bize Patagonya’daki nesli tükenmekte olan yerel halk Maphuçiler’den Brezilya’daki en son Kızılderili kabilelerine, Afrika’daki kabilelerden Antartika’daki Eskimolar’a kadar, Ortadoğu’dan Arap Bedevileri’ne, Avustralya’dan Kanada’ya kadar Avrupa’nın bütün bölgelerinden destek için gelen aktivistler oldu. Çoğuyla birebir görüştük, belgeseller yaptık, sohbetler ettik. Dicle üzerinden hikâyeler, efsaneler ve masalları paylaştık. Göklerin ahengine, yeryüzüne, suyun sesine eşlik ettik. Hepsiyle duygularımızı ve düşüncelerimizi paylaştık. Bir anlamda insanlığın çıkış noktasında yeniden buluştuk, birleştik ve neler yapabilceğimizi; insanlığa, doğaya, yeryüzü küresine nasıl bir etkide bulunabileceğimizi araştırdık. Bu baskın kapitalist sistemden korunmanın yollarını sürekli arama ve araştırmaya çalıştık.
“Eylemlerimiz filmin son sahnesi olacak”
Geç kalındığını söylemiştiniz, peki artık bu bölgenin kurtarılma şansı yok mu? Kurtarılabilmesi için neler yapabiliriz?
Tabii ki var, bizim bir final eylemimiz daha var. Çünkü o bölgede yaklaşık 5 bin mağara var ve su toplama noktasındaki mağaralara dünyadan milyonlarca aktivisti davet edip mağaralarda yaşayarak mağaraları işgal eylem planımız var. Çevreciler olarak bu bizim için filmin son sahnesi olacak. Diğer yandan eğer devlet bu barajı milyonlar dökerek yapıyorsa barajın alternatifi ne olabilir düşüncesiyle geliştirdiğimiz çalışmalarımız var; suyun yönü değiştirilebilir mi, daha gerilere küçük küçük HESler yapılabilir mi sorularıyla da yaklaşıyoruz. Çünkü sonuçta bütün bir Hasankeyf’i kaybetmektense, Dicle Havzası’nın tamamen yokolmasındansa çok küçük bir alanı feda etme noktasına gidebiliriz. Pes etmiş değiliz, sonuç olarak bu mücadele devam edecek.
Eylemsellikle birlikte başka hangi alanlarda sürüdürüyorsunuz verdiğiniz bu mücadeleyi?
Siyasal taleplerde bulunan kurumlarla birlikte bilimsel ve hukuksal alanda da hem yerel hem de uluslararası mücadele veriyoruz. Bu bilimsel mücadele bizim umut kaynaklarımızdan biri. Türkiye’den tarihçiler, arkeologlar TÜBİTAK ve dünya çapında saygın bilim insanlarıyla birlikte kapsamlı çalıştaylar yapıyoruz. DSİ ve Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın emriyle kurulan bu projeyi bitirmeye çalışan hükümete yakın bir bilim kurulu kuruldu. Biz bu bilim kurulunu kabul etmiyoruz. Bu konuda Batman ve Diyarbakır Bölge İdare Mahkemeleri’ne başvurduğumuz dava süreçlerimiz var. Bir davamız reddedildi, ikinci mahkeme başlatıldı. En önemli mahkememiz de AİHM’de devam ediyor. Dünyada bir baraj için yapılan ilk mahkemedir bu. Çevreyle alakalı bir mahkeme ilk defa AİHM’de kabul edildi; fakat sonuçlanmıyor, mahkeme süreci hızlandırılamıyor. Şuan çeşitli bilim insanlarının hazırladığı bütün raporları ve çalışmaları göz önünde bulundurup büyük bir rapor olarak hem hükûmete, hem AB Parlementosu’na hem de Birleşmiş Milletler’e sunacağız. Buradan da bir beklentimiz var.
Başlık Fotoğrafı: SırtÇantam