Paris, büyüleyici, büyüleyici olduğu kadar da tuhaf bir kent. Geniş bulvarlarında dolaşırken insan ister istemez Fransız İhtilali’nden günümüze değişen ve değişmeyen şeyleri düşünüyor. Banliyölerini görmedim. Kentin merkezinden çıkmadım. Sadece kent merkezinde yer alan yirmi bölgede kimi zaman yer ve yön duygumu kaybederek gezindim. Yazımın sebebi, bu kaybolmalarımdan birinde rastladığım Diane Arbus İstasyonu ve istasyonun karşıma çıkışıyla bana kendini hatırlatan Diane Arbus’un bakışıdır.
Bercy’den Kente
Paris’i ilk defa bu yaz gördüm. Elbette kimi Japon turistlerin Paris’i gördükten sonra kapıldığı, Paris sendromunu duymuştum ve merak ediyordum: Acaba kent benim üzerimde ne gibi izlenimler bırakacak ve kentte dair ben neler hissedecektim?
Otobüsümüz Bercy Terminal’ine yanaştığında, Esenler Terminali’ni bilen bilir, sanki Esenler’in alt katlarını andırır bir yere gelmişiz gibi hissettim. Yeni uyanmıştım ve Paris’i ilk defa bu terminal ve onun; karanlık, eski, izbe ve pis görüntüsüyle görüyordum. Ne düşüneceğimi bilememiştim. Paris sendromuna kapılacaktım galiba. “Esenler bile kimi yerlerinde daha iyi, nasıl yani?” diye kendime sorduğumu hatırlıyorum. Benim için bu ilk adım hiç bilmediğim bir kentle ilgili kulağıma farklı şeyler fısıldanacağına hazır olmamı söylüyor gibiydi.
Terminalin hemen ardından, kapıdan çıkıp, Bercy Park’a adımımı atınca hissettiğim rahatlamayı anlatamam. Karanlık terminal görüntüsünden bir adımla açık havaya, ağaçlara, kuşlara, gökyüzüne kavuşmak. Bir kent keşmekeşine değil de bir sakinliğe adım atmak. Yaprakları şimdiden sonbahara çalan ağaçların arasından geniş bulvarlara doğru yürümek. İşte bu gerçekten güzeldi.
Paris’te iç içe geçmiş iki şeyin koyun koyunalığı daha ilk adımlarda kendini gösteriyordu. Burada, insanın trajik yoksulluğuyla özgürce yaşayarak var olma hakkı sarmaş dolaştı. Bazı yerlerde, geniş bulvarların, birbirinden şık apartmanların her birinin kapısında bir de evsiz yaşıyordu. Göçmenler, mülteciler; belki de kimliksiz, belki de vatansız yersiz yurtsuzlar ve Parisli evsizler.
Hangisine bakacağımı şaşırmıştım. Mimarisiyle büyüleyen yapıların, yolların, parkların Paris’ine mi? Yoksa neredeyse her adımda bir şey satmaya çalışan, bir şey isteyen, bir şey soran, bakan, ölçen, biçen insanların Paris’ine mi? Elbette Paris bunlar ve çok daha fazlasıydı.
Kent İçi Gettolar
Kent merkezi, bir yandan “getto”laşmış yaşam alanlarını da barındırıyordu. Yanımda arkadaşım varken geçmesi kolay ama tek başına dolaşırken yolum kent içi gettolardan birine çıkınca ne yapacağımı çok da bilemiyordum. Bir yandan hepimizi bağlayan bir harç; “adamım, bro, kardeş, brother”la insanlara bakmak ya da “bir yabancı, beyaz, turist, kadın” olmak.
Kaygı verici, olumsuz bir şey yaşamadım. Böyle olmasına rağmen yolum, her türlü illegal işe mesken de olan bir mahalleden geçtiğinde, özellikle hava karanlık ya da kararmaya yakınsa kaygı duyuyordum. Belki de sadece yabancı olduğumdan attığım adımlar sakinliğini yitiriyordu.
Diane Arbus İstasyonu
Adımlarıma biraz telaş bulaşmışken ve bir an önce daha güvenli olduğunu düşündüğüm yerlere çıkmaya çalışırken sanki kent dekoruymuş gibi duran insanlarının arasından çıktığım bulvarda hızlı adımlarla yolumu, yönümü bulmaya çalışırken gördüm onu, Diane Arbus İstasyon’nunu.
Diane Arbus yani nam-ı değer ötekilerin fotoğrafçısı; yaşarken “diğerleri”ne bakıyor ve onların hikayelerini; yo, yo, gerçeklerini demeliyim, görünür kılıyordu. Bana öyle geldi ki bu istasyon da şimdi ötekilere bakıyordu.
Böyle bir anda Diane Arbus’u ve bakışını hatırlamak bana iyi gelmişti. Standart bakışla ayaklarıma dolaşan telaşı atmış ve Paris’e biraz da onun gözleriyle bakmaya başlamıştım.
Diane Arbus Kimdir
Siyah beyaz fotoğraflarıyla tanınan Amerikalı bir fotoğraf sanatçısıdır. 24 Mart 1923’te New York’ta doğmuştur. Varsıl bir ailenin çocuğu olarak büyümüştür. Allan Arbus’la evlendikten sonra çift, beraber moda fotoğrafçılığı yapmıştır. Objektif Allan’da, sanat yönetmenliği ise Diane’dadır. Diane, bu işten de bu işin böyle şekillenmesinden de hoşnut değildir. Bir süre sonra çiftin yolları ayrılır.
Diane Arbus, artık New York sokaklarındadır. Birbirinden çarpıcı fotoğraflarıyla ötekileri görünür kılmayı seçmiştir. Akıl hastaları, sirk sanatçıları, marjinaller ve daha pek çokları. Objektifini çevirip, görünür kılmayı seçtiği kişiler, asla moda ikonları, pastanın kremasını yiyen şanslılar, tek tipleşmiş insan yüzleri değildir.
1971’deki ölümüne kadar bıraktığı eserler, ölümünden bir yıl sonra Yeni Modern Sanat Müzesi’nde sergilenir. Bugün çalışmaları Metropolitan Sanat Müzesi, Washington DC Ulusal Sanat Galerisi ve Los Angeles Sanat Müzesi koleksiyonları arasındadır.
Diane Arbus’un hayatından esinlenerek, yönetmenliğini Steven Shainberg’in yaptığı, başrollerini Nicole Kidman ve Robert Downey’in oynadığı “An Imaginary Portrait of Diane Arbus” adlı bir film vardır. Bu film izlenmesini kesinlikle tavsiye edeceğim filmler arasındadır. Film, Türkçeye adı “Kürk” olarak aktarılmıştır. Ayrıca, Patricia Bosworth’un hazırladığı, Diane Arbus, Ötekilerin Fotoğrafçısı kitabı da mevcuttur.
Özellikle portrelerinde yakaladığı çarpıcı ifadelerle, egemen algının görünmezlerini unutulmaz kılan Diane’nin bazı eserlerini sizlerle paylaşarak yazımı bitirmek istiyorum.
Şair Orhan Veli’nin “gemliğe doğru
denizi göreceksin
sakın şaşırma”
dediği gibi, Paris’e giderseniz, belki Diane Arbus İstasyonu’nu ama kesinlikle onun insanlarını göreceksiniz, sakın şaşırmayın, diyerek yazımı bitirmek istiyorum. Sağlıcakla kalmanız dileklerimle.
Diane portrelerinden birisiyle