Her akşamımı, bir film festivalinde film izliyormuş havasına çeviren “İstanbul Film Festivali” ile sinemaya bir kez daha doydum. Şubat ayını merakla beklediğim filmlerin yanı sıra, kült filmlere kavuşmayla geçirmek aslında çok güzel bir şans… Her güne bir film sığdırabilmek, inanılmaz bir motivasyon ve mutluluk kaynağı sağlıyor bir bakıma…
İstanbul Film Festivali ile her akşama ödüllü filmler sığdırma mutluluğunu yaşamak çok zevkli. Şubat 2021 de hakikaten merakla beklediğim filmleri izlemekle geçti. “The Nest” çok uzun zamandır izlemek istediğim ve anlatım diline hayran olduğum filmler arasında… Yunanistan’ın Oscar için seçtiği “Apples” çok bambaşka bir ütopya… O zaman haydi İstanbul Film Festivali’nin Şubat 2021 çevrimiçi gösteriminde izlediğim filmlere şöyle bir bakalım…
ANNEM SAVAŞA GİDİYOR / ERNA AT WAR
Henrik Ruben Genz’in yönettiği “Annem Savaşa Gidiyor” filminde başrolleri; Trine Dyrholm, Sylvester Espersen Byder ve Anders W. Berthelsen gibi oyuncular paylaşıyor. Film, I. Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemdeki Almanya’ya odaklanıyor. Erna’nın 17 yaşındaki zihinsel engelli oğlu da askere çağrılınca, Erna büyük bir korkuya kapılıyor. Erna, erkek kılığına girerek oğlunun yanında cepheye gidiyor.
Savaş filmlerine naiflik ve incelikli bir duygu anlatımı dahil olduğunda, bambaşka bir film izleme hissi oluşuyor. Filmin bu açıdan özgün hali de umutlandırıcı. Hele ki roman uyarlaması olması da onu farklı bir noktaya koyuyor. Film temeline bir anne-oğul ilişkisini koysa da bunun ötesine geçip, adeta insan manzaraları sunuyor. Bambaşka karakterler, hepsi de işlenmiş ve izleyene sunumu doğru bir şekilde yapılmış tipler sunuluyor. Görüntü dili de olukça kuvvetli ve kalite kokuyor. Müzikler de filmin duygusunu yansıtır cinsten.
Trine Dyrholm izlediğim tüm filmlerde başka karakterlere bürünebilen, çok ilginç bir oyuncu. Bu filmde de güçlü ve evladını hayatının önüne koyan anne karakteri Erna’yı, muazzam oynamış. Ayrıca Ulrich Thomsen’ın performansı da oldukça başarılı.
ELMALAR / APPLES
Christos Nikou’nun yönettiği Yunanistan’ın 2021 yılında Oscar için aday seçtiği “Elmalar” filminde başrolleri; Aris Servetalis, Sofia Georgovassili ve Anna Kalaitzidou gibi oyuncular paylaşıyor. Film, ani bir hafıza kaybına neden olan pandemik bir salgının ortasında, Aris adlı genç adamın yaşadıklarına odaklanıyor.
Bazı filmler size bulmaca çözdürür, her dakika her hareketiyle düşünceye sevk eder. Elmalar, aslında bu tarz filmlerin daha çok düşünmek bölümüne yoğunlaşan ilginç bir distopyada geçiyor. Hafıza kaybının, bir bakıma insanı bir bebek aklına getirmesi durumunu izliyoruz. Ve bir bebeğin, giderek büyümesi yani insana dönüşmesine kademe kademe şahit oluyoruz sanki… Belki bazı uzayan sahneleri kısalsa, daha rahat bir izlene sunabilir film. Ama ilk yönetmenlik yolunda, sahneye kıymak zordur derler… Ve bu yolda tanıdık, ama bir yandan yeni bir dil inşa etmeye çalışan bir yönetmenle karşılaşıyoruz. Kimi karelerinde Lanthimos esintisi görebiliyoruz filmde, ama Christis Nikou’nun ilk yönetmenlik denemesinde çalışkan olduğunu ve bir derdi olduğunu kanıtlıyor.
Aris Servetalis’in duru ve abartısız oyunculuğu, filmin dinamizmiyle de paralellik gösteriyor. Film için biçilmiş bir oyuncu edasıyla filmde yer alıyor Servetalis adeta. Karakterin hafıza kaybı yaşadığı zamanki duygu yokluğu, yavaş yavaş duygularını gösterdiği dakikalar ve özellikle tek başına dans ettiği sahne inanılmazdı.
YARAMAZ ÇOCUK / ENFANT TERRIBLE
Oskar Roehler’in yönettiği ve 37 yıllık yaşamına 35 film sığdıran Alman yönetmen Rainer Werner Fassbinder’ın hayat hikayesine odaklanan “Yaramaz Çocuk” filminde başrolleri; Oliver Masucci, Hary Prinz, Katja Riemann ve Erdal Yıldız gibi oyuncular paylaşıyor.
Eşsiz bir sinemacıya saygı duruş niteliğindeki film Enfant Terrible, kimi yanıyla eğlendirici kimi yanıyla da nefrete sürükleyen bir duygu harmanı yaşatıyor. Anlatımı ilk başta kafa karıştırıcı gelse de, bir süre sonra alışılıyor bu duruma. Masalsı detayları, sinema dili ve görüntü yönetimiyle ilginç bir iki saat yaşatıyor izleyene. Tiyatral dile başlayıp sinemaya yolculuk, filme de tema tadında yayılmış ve izleyene hissettirilmiş. Yönetmeni tanımak açısından onun yolundan gidişi, belki de en sevdiğim şey oldu.
Oliver Masucci, Fassbinder’e adeta bürünen bir performansla karşımızda. İzleyiciyi egolu insanlardan nefret ettirecek bir duygu hissettiren Masucci, harika bir oyunculuk sergilemiş. Özellikle Erdal Yıldız’ın sade ve özenli oyunculuğu karşısında büyülendim. Buram buram kalite kokan bir performansla karşımızdaydı.
AZAP / RELIC
Natalie Erika James’in yönettiği ve “Azap” filminde başrolleri; Emily Mortimer, Robyn Nevin ve Bella Heathcote gibi oyuncular paylaşıyor. Yaşlı kadın Edna’nın ortadan kaybolmasıyla kızı Kay ve torunu Sam, Edna’nın yaladığı yere gelir. Bir süre sonra Edna ortaya çıkar, fakat tuhaf davranışlar bambaşka olaylara gebedir…
Korku ve gerilim gibi ögelerin, vicdan ile bir araya gelişi, çok ilginç bir senaryo ortaya çıkarmış. Aslında üç kuşak kadınların bambaşka bir hikayesi de varken, bir yandan kayıp bir anne ve onun gizemi ile bambaşka duyguların bir araya geldiği düşündürücü ve gerici bir hikaye izliyoruz. Hem merak unsuru çok başarılı işlenmiş, hem de anne ve çocukluk vicdanı üzerine düşünülmüş. İlerleyişi ve süresi bakımından türevlerine benzer bir şekilde ilerliyor tabi, izleyeni çok da şaşırtmayan bir finale doğru ilerliyor. Özellikle Emily Mortimer’ın performansı, dikkat çekici ve başarılı…
YUVA / THE NEST
Sean Durkin’in yönettiği ve “Yuva” filminde başrolleri; Jude Law, Carrie Coon ve Charlie Shotwell gibi oyuncular paylaşıyor. Filmde hırslı bir adam olan Rory’nin, eşi Allison ve çocuklarını en iyi iş fırsatı için gittikleri şehirde yaşadıklarını izliyoruz
Paramparça olmaya yakın, birbirlerinin hareketlerinden sonra değişmeye başlayan bir ailenin hikayesini izliyoruz. Yönetmen Sean Durkin, ailenin 4 ferdinin de psikolojilerini doğru çözümleyerek ona göre bir bakış açısı geliştirmiş. Yer değiştirirsen, oraya uyum sağlamakta zorlanabilirsin. Özellikle bunu at figürü üzerinden anlatması, takdirle karşılanmalı. Atın geldiği yeni coğrafyaya uyum sağlayamaması, bir süre sonra aile üyelerinin de içindeki bombaların patlamasına neden oluyor. İşinde tutunamayan, riskin üzerine giden bir adam Rory ile sadece kendine ve atlarına adamış bir kadın Allison arasında giden gelen çocuklar… Aile uyumu, hırslar, riskler, güven ve inanmak üzerine bir güçlü senaryo. Görüntü dili de oldukça başarılı ve filmle uyum gösteren derecede. Ayrıca, Anthony Hopkins göndermesi ds gözlerden kaçmadı… Batsaki dans sahnesi ve taksi sahnesi de akıllıca yazılmış sahneler olarak eklenebilir.
Carrie Coon’un inanılmaz ötesi performansı, filme bağlanmak için ekstra bir neden olarak söylenmeli. Jude Law da en iyi performanslarından bir tanesini sergilemiş. Oona Roche ise, büyüme evresindeki asi kız rolünde adeta kendini bulmuş…
THE SALT OF TEARS / LE SEL DES LARMES
Philippe Garrel’in yönettiği “The Salt of Tears” filminde Logann Antuofermo, Oulaya Amamra ve André Wilms’i başrolde izliyoruz. Film, gitmek istediği okulun giriş sınavına gitmek için yaşadığı eyaletten ayrılıp Paris’e giden bir gencin hikayesini konu alıyor. Bir yandan genç adam Luc’un yaşadığı ilişkiler de filmde anlatılıyor.
İlişkilere ve aşka başka bir yerden bakan haliyle dikkat çeken The Salt of Tears, Fransız Yeni Dalgası’na attığı selam şekli ve özgün görüntü diliyle izleyeni yakalıyor. Filmin süresinin biraz fazla olması ve odaklanacağı nesneye tam hakim olamayışı sıkıntı olsa da, kafada binlerce fikir dolaştıran bir düşünme hissettiriyor.
Logan Antuoferno’nun rolüne bağlandığını hissettiren performansı, dikkat çekiyor. Ancak Oulaya Amamra’nın performansı, filmdeki en güçlü oyunculuktu bence. Özellikle otelde ağladığı sahnede hayran kaldım…
NOWHERE SPECIAL
Uberto Pasolini’nin yönettiği “Nowhere Special” filmi James Norton, Valene Kane ve Rhoda Ofori-Attah’ı başrolde buluşturuyor. Otuz beş yaşında olan ve hayatının 4 yaşındaki oğluna adayan bir adam olan John’a odaklanan film, John’un üç aylık ömrü kalmasının ardından oğlu için bir aile arayışına girmesine odaklanıyor.
Bir baba-oğun hikayesinden öte, tek başına 4 yıl boyunca bir çocuk yetiştirmek için kendi hayatının ötesine onu koymak ve hayatını kaybettikten sonra kendinden sonra hayatını da planlamanın hikayesi bir bakıma Nowhere Special. Hikayesine dakikalar geçtikte ısınıyorsunuz ve fark etmediğiniz bir anda ajitasyon olmayan bir duygu seline kapılıyorsunuz. Filmin müzik kullanımı da çok yerinde, türevleri gibi dakikada bir müzikle dram havası yaratılmamış. Finalin de oldukça umut besleyen bir halde ve izleyene bırakılmış olması da çok güzel olmuş.
‘Hayatının en büyük kararı’ için uğraşan John’un hikayesi, içinize işler bir duyguyla anlatılırken, hayatın aslında bir inci taşı kadar değerli olduğu, gözler önüne seriliyor. Filmin bir çok sahnesi etkileyiciydi. Özellikle cafede John’un Celia’ya, Michael ‘i ne kadar tanıdığını ve hayatının kararını anlatmaya çalıştığı sahne çok değerli. Ama en çok etkilendiğim sahne, John’ un Michael için kendini unutmaması için hazırladığı ‘hazine’ sahnesi oldu.
James Norton’un başarılı performansla bir karaktere hayat verdiğini gözlemliyoruz. Özellikle duygularını dışavurduğu sahnelerde, net bir şekilde görebiliyoruz. Çocuk oyuncu Daniel Lemont ise, küçük yaşına rağmen inanılmaz bir oyunculuk sergilemiş. Her sahnede muazzam ve kendine hayran bıraktırıcı… Ayrca Celia rolündeki Valene Kane de oldukça umut besleyen bir performans sergiliyor…
ŞARKÜTERİ / DELICATESSEN
Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro’nun yönettiği 1998 yapımı kült film “Şarküteri” de başrolleri Dominique Pinon, Karin Viard ve Ticky Holgado paylaşıyor. Kıyamet sonrası bir ütopyada hikayesi geçen filmde, insani besin maddelerinin değiştiği bir yere ve palyaçoluğu bırakarak burada çalışmaya başlayan ilginç bir adama odaklanıyor.
90’lı yılların Kült filmiyle güzel bir buluşma yaşadık. Absürtlüğün ve tuhaflığın doruklarda yaşandığı eğlenceli bir film. Dönemine göre farklı farklı sinema akımlarının kullanımı, dekor tasarımı, sanat yönetimi yüksek derecede mest esici bir havada. Bazen anlamamayı sevdiğiniz, absürtlüğün içinde kaybolduğunuz hayal gücünün ötesinde filmler olur. Delicatassen tam da bu tanıma uygun bir film.
Oyunculuklar, dönemin kaliteli performanslarının bir serenatı havasında aslında. Özellikle Dominique Pinon, Marie-Laure Dougnac, Jeab-Claude Dreyfus ve Silvie Laguna’nın performansları oldukça öne çıkıyor.