Londra’nın güneydoğusunda Greenwich isminde bir semt bulunur. Bu semt meridyenlerin 0 noktası olarak kabul görür. Bu sıfır noktası da şu an kullanmış olduğumuz saat dilimlerini oluşturan GMT’nin de başlangıç noktasıdır. Greenwich Mean Time açılımına gelen bu başlangıç meridyenine göre 15 derecelik her meridyen 1 saatlik zaman dilimine sahiptir. Doğuya gittikçe (+) batıya gittikçe ise (-) olarak kabul edilir. Günümüzde atomik hesaplamalarla ortaya çıkan UTC kullanılmaya başlanmış olsa da GMT hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Bu oluşturmuş olduğumuz saat dilimleri yani zaman anlayışımız, günümüz yaşamında en büyük rol oynayan etkendir denebilir. İnsanların uyanması, yemek yemesi, kendine vakit ayırması, yeni şeyler görmesi, öğrenmesi hepsi bu zamanın içerisine yerleştirilmiş bir şekilde süre gelmektedir. Yaşımızı da o belirler, özgür kalacağımız anı da. İçinde yaşadığımız insan dünyası öyle büyük bir sorumluluk vermiştir ki bu meridyenlere, oluşturduğu tüm düzenin işleyişi bu zamanın insafına bırakılmıştır.
Dakikalardan biri, olması gereken zamanda yerinde olmasa yok olup gidecektir adeta. O meridyenler bizi kendi hayal ürünlerimizi hayata geçirmeye itti. Kendi yiyeceklerimizi bile hayallerimiz doğrultusunda biçimlendirdik. Güney Amerika’dan gelen bir bitkinin üzerine, Hindistan’dan gelmiş bir baharat serperek sevdiğimiz bir yemeği yapabiliyoruz. Aynı yemeği yediğimiz tabağı temizlemek için Almanya’dan getirilmiş bulaşık makinesini kullanıyor, İşimize gidip gelirken Fransa’dan gelen araçlarımızı kullanıyoruz. Amerika’dan gelme telefonlarımızla, bilgisayarlarımızla iletişim kuruyoruz.
Hayatımızın çok ciddi bir kısmını bu aletlerin içerisinde oluşturduğumuz dünyada herhangi bir coğrafyaya ait bir bilgiyi, kültürü edinebiliyoruz. Bu durum tabii ki çoğunlukla çıkar karşılığı bir hizmet olarak karşımıza çıkıyor. Hayatımızın içerisine soktuğumuz ürün statüsündeki her şeye para ile değer biçerek karşılık bulmasını sağlıyoruz. Karşılığını istediğimiz hayallerimizin metalaşmış halini ortaya çıkarmak için ise yaşamımızı harcadığımız aşikâr. Üretim, üretim, üretim. Ortadoğu’da yaşayan bir çocuğun canını alabilmek için de üretim, Avrupa’da yaşayan bir yetişkinin keyiflenebilmesi için de…
Sıkıştırıldığımız yaşam alanlarımız içerisinde verdiğimiz hizmetlere mükâfat olarak verilen kendimize ayırabildiğimiz zamanımızda ise yapabildiğimiz bilincimize katabildiklerimizden ibaret. Bizleri diğer canlılardan en ayırt edici özelliğimiz olan hayalleri hayata geçirebilme yeteneğinin, bizleri en tatmin edeni ise sanat olsa gerek. Çoğumuzun mükafat uğruna unuttuğu sanattan bahsediyorum.
Heykeller ucube, şarkılar terör, resimler tehlikeli
Bizler; ürettiğimiz her fikrin, maddenin ya da gücün tamamı geçmişten günümüze geçen bu süreç içerisinde oturttuğumuz idari yapılanmaların kontrolüne teslim etmekle kalmayıp, aynı zamanda bu fikirleri hayata geçirebilmek için izne ihtiyaç duyar hale geldik. İnsan dünyasına ait her bir meta artık, büyük şirketlerin vesilesi ve devletlerin onayı doğrultusunda hayata geçer oldu.
Peki, yaşayan herkes bu durumun bu şekilde işlemesine göz yumdu mu dersiniz? Tabii ki hayır. İşte sanat burada diğer hayal ürünlerinin ötesinde bir yapıya sahip oldu ezelden beri. Zorla üzerine bastığımız dünyayı yok etmemize neden olan merkezi yapıların, bizleri sınırladığı yaşam biçimlerinin dışına belki de sadece sanat vasıtasıyla çıkabildik. O çoğu kez özgürlüğün ve anlamlandırılamayanların sesi olarak karşımıza çıktı. Otoritelerin kontrolünü hep deldi. Dile, inanca, cinsiyete sahip olmaksızın dünyanın dört bir yanına ulaştı. Hâlâ ulaşmaya devam ediyor. Peki otoriteler bu duruma kayıtsız mı kalıyor dersiniz? Elbette ki hayır! Elinden geldiğince sanatı tanımlara sığdırmaya, belli çerçevelere sıkıştırmaya, para ile değer biçmeye çalışıyor. Yasaklıyor, engelliyor, yeri geldiğinde yok ediyor. Bu yüzdendir ki heykeller ucube, şarkılar terör, resimler tehlikeli oluyor.
İşte bu tür sınırlamalardan birini içeren bir söylemde geçtiğimiz günlerde Devlet Tiyatroları Genel Müdür Vekili Nejat Birecik tarafından karşımıza konuldu. Devlet Tiyatroları’nda önümüzdeki sezon yalnızca yerli oyunların sergileneceğini dile getirdi. Bu da demek oluyor ki Shakespeare, Bretch, Gogol ve daha nice başyapıta imza atmış yazarın oyunları Devlet Tiyatroları’nda sergilenemeyecek. Bu demek oluyor ki dünyanın farklı coğrafyasından bir sanat eseri bizlerle buluşamayacak. Bu kararı vermesine sebep ise coğrafya olarak son aylarda yaşadığımız gergin dönemler gösteriliyor. Birlik ve beraberliğimizi tiyatro sahnelerinde de yansıtmamız gereğinden söz ediliyor.
Made in ile başlayan alışkanlıklarımız ile çelişkili yerliliğimiz
İşte tam burada da kafamızda bazı soru işaretleri cereyan ediyor. Bu birlik ve beraberlik anlayışımız neden yalnızca sanat alanında olması gereken bir faktör olarak nitelendiriliyor? Yalnızca sanatçılar mı yabancılardan esinleniyorlar? Sanatın milleti olmamasına rağmen. Düşünsenize, Shakespeare yazdığı oyunların yalnızca Britanya’da oynanması gerektiğini düşünseydi? Veya Dostoyevski’nin kitaplarını sadece Rusya sınırlarında okunmasına göz yumduğunu bir düşünün. Elvis Presley’nin albümlerini sadece Amerika’da dağıttığını ve bunun gibi birçok örnek.
Şu an dinlediğimiz müziklerin kaçını dinleyebiliyor olurduk? İzlediğimiz filmlerin, okuduğumuz kitapların… Farklı felsefi yaklaşımları bilebilir miydik? Farklı kültürleri görebilir miydik? Devletler izin verse de vermese de Charlie Chaplin’i de izledik, Kropotkin’i de okuduk, Exploited’ı da dinledik. Yeri geldi kültürleri benimsedik ve kendi coğrafyamızda yaşayabilmesi için de çaba gösterdik. Bu durum ise sürekli olarak yozlaşma olarak nitelendirildi. Kendi kültürüne sırt çevirmek olarak algılatıldı yığınla insana. İnsanlar da nerede kendi kültürüne benzemeyen tavırlar sergileyen bir kişi görse onu tehlikeli belledi. Gözden kaçırdığı ise asıl kendi kültürünü ellerinden alıp götüren şeylerin evlerinin içerisine kadar girdiği gerçeğiydi.
Bugün tüm dünya insanları olarak birbirimizle etkileşimli bir ticaret ağı kurmuş ve bu ticaret ağları vasıtasıyla her gün sayısını dahi bilmediğimiz ürün, hammadde, hizmet dünyanın bir ucundan diğer ucuna gönderiliyor. Ömrümüz boyunca belki de hiç görmeyeceğimiz bir coğrafyanın insanının yaptığı bir ürünü evlerimizde kullanıyor ve yaşamımıza devam ediyoruz. Bu ürünleri kullanırken hangi topluma ait olduğu ile ilgilenmiyoruz bile. Bizim için ait olduğu coğrafya üzerinde yazan “Made in” ile başlayan bir cümleden ibaret.
Hayallerimiz, çektiğiniz tel örgülere takılmaz
Peki birlik ve beraberlik anlayışımızın sadece kendi coğrafyamızda olanı talep etmemizin gerekliliğinden bahsedilen bir dönemi yaşıyorsak, lüks tüketimlerimiz bu konunun dışında nasıl kalıyor? Arabanın en iyisine binmeyi, yemeğin en lezzetlisini yemeyi, kıyafetin en güzelini giymeyi kendimize hak olarak görebiliyoruz da sanatın yabancısı mı bizi yozlaştıran etken oluyor? Hastalandığımızda farklı coğrafyanın ilaçlarını bedenimize enjekte edebilirken, farklı coğrafyaya ait hayali fikirler mi bizim hayatımıza tehlike saçıyor?
Yerli olan bu kadar değerliydi de tohumun bile yabancısını zehir saçtığı halde topraklara ekerken, bir şarkı sözü mü bizleri öldürüyor? Yerli ve kavramı haritalar üzerinde belirlediğimiz çizgilerin ötesinden gelen veya gelmeyen olarak hayatımızda yer alıyor. İşte tam da burada söylemek istediğimiz bir şey var. Bilgi sınır tanısaydı, şu an olmazsa olmazlarımızdan kaçını hayatımızın içerisinde tutabilirdik? Kurşunların bile sınır tanımadığı bir dünyada sanatı sınırlar içerisinde tutmaya çalışmak işgüzarlıktan öteye gidemiyor.
Büyük adamlar (!) bilmez ama bizler bu coğrafyanın sanat ile uğraşan insanları, yaşamlarımızı kıt kanaat geçirerek hayatta kalmaya ve durmaksızın üretmeye devam ediyoruz. Resimler yapıyor, şarkılar besteliyor, oyunlar perdeliyoruz. Bunları hayal ederken izin istemediğimiz gibi, hayata geçirirken de sizden izin alacak değiliz. Destek vermiyorsunuz bunu kabulleneli çok oldu ama köstek olmazsanız da seviniriz. Zira bizim sanattan anladığımız etliye sütlüye karışmadan insanları eğlendirecek ürünler ortaya koymak değil. Aksine nerede çürümüşlük varsa oraya burnumuzu sokmaktır amacımız, tüm o kötü kokulara rağmen.
Hayal edebiliyoruz ve bu hayalleri insanlarla paylaşmak istiyoruz. Bu bizim en büyük hakkımız. Sahnelerimizi, tuvallerimizi, enstrümanlarımızı, kalemlerimizi diyelim ki elimizden aldınız. Peki hayal dünyamızı? Onu elimizden alabilecek misiniz? Melodilere zincir vurabilecek misiniz? Renklere kelepçe takabilecek misiniz? Hiç sanmıyorum. Sanata otorite ile söz geçiremezsiniz! Hayaller, çektiğiniz tel örgülere takılmaz çünkü.