Yaklaşık altı yıldır İzmir’ de yaşıyorum ancak geçen haftaya kadar Balçova Terapi Ormanı’nı hiç ziyaret etmemiştim. Methini duymadığımdan değil, kim bilir kaç kere övgüyle bahsedildi bu yerden. Hem buranın güzelliğini tahmin etmek için birilerinin bahsetmesine de gerek yok. Şehrin içinde taşıtla bir tur atsanız, İzmir’ in çorak tepelerinin yanında bu yeşil güzelliğin farkını hemen ayırt eder gözleriniz. O zaman neden bugüne kadar ziyaret etmedim? Sanırım rotayı zorlu sandığımdan hep üşendim. Üşenmediğim anlarda da hep bir aksilik çıktı. Hani halk ağzında derler ya “kısmet bu güneymiş”, o tarz bir durum benimki de.
Eminim İzmir ile bağı olup da bu güzelliği daha görmemiş bir sürü insan var. En sonda söyleyeceğimi en başta söylüyorum. Üşenmeyin, gidin. Yenilendiğinizi hissedeceksiniz.
Nasıl gidilir?
Terapi Ormanı’na gitmek arabası olmayan bizim gibiler için bile çok kolay. Tek yapmanız gereken F. Altay’dan belediye otobüsüne veya minibüse binmek. Yaklaşık on beş dakikalık kısa bir yolculuğun ardından Balçova Termal Otel’e giden caddenin başında inebilirsiniz. Ormana giriş bu otelden yapılıyor. Otel kampüsüne girip dümdüz yürüdüğünüzde tabelalar sizi hangi yöne gitmeniz gerektiğine dair bilgilendiriyor. Otelin içindeki birkaç dakikalık yürüyüşünüzden sonra ‘Balçova Terapi Ormanı’ tabelasını göreceksiniz. İşte geldiniz! Buradan sonra sizi bambaşka bir dünya bekliyor.
Ormanın içine araçla giriliyor mu?
Eğer bu noktaya kadar arabayla geldiyseniz aracınızı ormanın girişindeki otoparka bırakabilirsiniz. Orman yolu arabalar için uygun olsa da içeri arabayla girilmesine izin veriliyor mu emin değilim. Bizler kendi gezimiz esnasında tek tük de olsa arabayla karşılaştık. İzin verildiği takdirde tercihen yola arabayla devam edebilirsiniz ama bana sorarsanız yapmayın.
Arabayla yola devam etmeniz sizi bu gezinin ruhundan yoksun bırakacaktır. Mesela yavaş yavaş şehrin gürültüsünün yerini ormanın sesine bıraktığını duyamayacaksınız, yoldaki kız böceklerine selam veremeyeceksiniz, yorulduğunuz bir yürüyüşten sonra hevesle çeşme başına koşamayacaksınız… Burası gerçekten terapi edici bir yer. Ancak bu terapiyi almak istiyorsanız tek konforunuz kendi ayaklarınız olmalı. Hem bu doğa harikasının içine egzoz dumanı sokmak da pek isteyeceğiniz bir şey değildir, olmamalı.
Nereler ziyaret edilmeli?
Ormanın içinde ziyaret edebileceğiniz iki farklı nokta var. Bir tanesi tarihi manastır kalıntıları, diğeri ise şelale. Bizler şelaleyi ziyaret etmeyi tercih ettik. Eğer siz de bizim gibi yazın ortasında bir gezi yapacaksanız, tavsiyem manastırı görmeyi daha serin bir mevsime bırakıp şelaleyi tercih etmeniz. Emin olun, yaz sıcağında yaptığınız uzun bir yürüyüşün sonunda tarihi kalıntılar yerine buz gibi suyuyla bu doğa harikasını görmek daha çok hoşunuza gidecek.
Hangi rotayı tercih ederseniz edin öncelikle ormandaki anayoldan yaklaşık bir-iki kilometre yürümeniz gerekiyor. Bu yürüyüşten sonra manastır yolu ayrılıyor. Yol dediğime kanmayın, ormandaki ağaçların içinden ilerleyen belli belirsiz bir patika demek daha doğru olur. Üstelik size bu yol ayrımını belirtecek bir tabela da yok. O yüzden manastıra gidecekseniz ayrımı kaçırmamaya dikkat edin. Haklı olarak, peki biz nereden anlayacağız bu ayrıma geldiğimizi diyebilirsiniz Ana yola her beş yüz metrede bir yürüdüğünüz kilometreyi gösteren tabelalar asılmış. Ayrımın tam olarak kaçıncı kilometreler arasında olduğunu not etmemiş olmak benim hatam. Ancak söylediğim gibi bu ayrımı birinci ve ikinci kilometreyi gösteren tabelalar arasında bulabilirsiniz. Patikanın girişi ana yolun sağ tarafında bulunuyor. İşinizi kolaylaştıracak en büyük ipucu ise tam patikanın başladığı yerde belediyenin yaptırdığı kamelyalardan var. Yardımsever bir ziyaretçi, kamelyanın üstünü kapatan kısmına belli belirsiz “Manastır Yolu” yazısını kazımış. Buradan sonrası benim için başka bir ziyaretin konusu.
Siz de bizim gibi şelale rotasını tercih edecekseniz manastır ayrımını es geçip yürümeye devam etmelisiniz. Yolu yarıladığınızda yukarıdan görünen baraj gölünün manzarası içinizi dopamin ile dolduracak. Ben bugüne kadar burayı görmekten nasıl mahrum kaldım diyeceksiniz. Bir süre bu efsanevi manzara eşliğinde yürüdükten sonra karşınıza rota üzerindeki tek çeşme çıkacak. Suyun tadını çıkarın, şişeleri doldurun. Yola devam ediyoruz.
4500 metre tabelasını görene kadar yürüyeceğiz. Bu tabelayı gördüğünüzde yolun çoğunu tamamladınız demektir. Sıra geldi şelale patikasını tespit etmeye. 4500 metre tabelasının tam karşısında, yolun sol tarafında üstü açık, tahta masalı banklardan bulunuyor. Bu bankın birkaç adım gerisinden aşağı inen çok belirsiz bir patika var. Gözleriniz yerde, patikanın nereden devam ettiğini dikkatle takip ederek inmeye başlayın. Yer yer kayarak, yer yer tutunarak yürüyeceğiniz yirmi dakikalık bir sürenin sonunda şelale sizi bekliyor.
Bu kadar yürüyüşün ardından canınız hemen suya koşmak isteyecek. Yaz mevsiminde su seviyesi düşük olduğundan yüzebilmenize imkan yok. Fakat bu suya giremeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Çıkarın ayakkabılarınızı, buz gibi suyun içindeki taşlara oturun ve serinleyin. Ağaçların oluşturduğu gölgelikte biraz ormanı ve suyu dinleyin. Dinlendiniz mi? O zaman şelalenin devamı nereye gidiyormuş bakabiliriz.
Sağ yöne doğru yapacağınız bir iki dakikalık yürüyüş sizi burası cennet mi dediğiniz bir lokasyona çıkaracak. Hayal edin. Dinlendirici sesiyle akan suyun kenarında ormancıların yapmış olduğu bir bank, sanki siz çadır kurun diye yine suyun kenarındaki ağaçların eğilerek yarattığı bir alan, yeşilin envai çeşidi ve binlerce canlı türü… Doğanın içinde, her türlü uyarandan uzak bir yaşam alanı burası. Öyle ki size tuzlu suyun içine yatmışçasına bir yalıtılmışlık hissiyatı veriyor. Hangi ülkede yaşadığınız, o an saatin kaç olduğu, sorumluluklarınız hatta adınızın ne olduğu… Hepsi önemsiz bir ayrıntı olarak silinip gidiyor. Sonrasında şehirli yaşamını sorgulamaya başlıyor insan. Kimin aklına düşmez ki şu cennette uyanabilecekken betonların arasında uyandığı gerçeği?
Benim bu geziye dair tek üzüntüm şelalede yeterince fotoğraf çekememiş olmak. Çekemedim çünkü insan burada teknolojik bir aletle haşır neşir olmak istemiyor. Telefon o anda insana harikalar diyarına sinsice girmiş çirkin bir gerçeklik hatırlatıcısı gibi geliyor. Çantanın en derinine at o telefonu ve gözlerinle gör! Öyle yaptım. Bu yüzden kız böceklerini, su yengeci iskeletlerini, dost olmaya gelen süleymancıkları çekemedim.
Heykel gibi uzanan ağaçları da çekemedim. Hele bir tanesi vardı ki… Suyun kenarındaki banktan birkaç adım sağa yürüyüp karşıya geçtiğinizde sizi muazzam bir sanat eseri bekliyor. Birçok insan bedeninin bir araya gelmesinden oluşmuş gibi görünen, tam ortasından toprağa kadar su yeşili renkte mantarla kaplanmış bir ağaç düşünün. Gövdesinden ayrılan iki ana dalı çürüyerek sanki bir insana yatak olmak istercesine açılmış. Bu yatağın içinde ise bir sürü farklı bitki gelişmiş. İnsan kendini Avatar filmindeki fantezi dünyasında gibi hissediyor. Ormanın çocuğu olmak, ona karışmak istiyor içiniz. Sanki içgüdüsel olarak bu harmoniye kapılıp gidesiniz geliyor.
Düşündüren nokta: Çöpler
Biraz önce fotoğraf çekememenin tek üzüntüm olduğunu söyledim. Aslında bu doğru değil. İçimi acıtan başka bir gerçek var. Çöpler… Yaklaşık altı kilometrelik bu rota boyunca o kadar çok çöp gördüm ki… Hatta bir ara farkındalık adına rota boyunca gördüğüm tüm çöplerin fotoğrafını çekip, o an çöpün bulunduğu yerdeki enfes manzaranın fotoğrafıyla yanyana paylaşmayı düşündüm. Ancak çöp fotoğrafı çekmekten ilerleyemeyeceğimi görünce anladım ki bu başka bir projenin konusu.
Bir insan evladı düşünün; dört buçuk kilometresi yokuş yukarı toplam altı kilometrelik yol boyunca yiyeceğini plastik market poşetinde yanında taşımış. Şelalenin yanında afiyetle tüketmiş. Geriye dönerken, yediklerinden kalan çöpleri sadece bir buçuk kilometre sonra bulunan çöp kutusuna kadar taşımaya üşenmiş. Ne yapmış? Tüm çöplerini plastik market poşetine tıkmış. Bu çöp torbasını da şelalenin kenarında bir ağacın dalına asmış. Siz doğanın el değmemiş vahşiliğine hayran olurken, o beyaz plastik poşet size sesleniyor: “İnsanlar buradaydı.”. Ya da daha global olsun: “People were here.”. Çöpün dili, rengi yok ki… Hem zamana, mekana göre de değişmiyor. Çöp her zaman çöp.
Şehirde çöp konusundaki rahatsızlığımı dile getirdiğimde, “Vergi veriyoruz, toplasınlar.” gibi cevaplar aldığım oluyor. Merak ediyorum, ormanın en derinine kadar bırakmayı başardığımız çöplerimizi kim toplayacak? Çeşmenin hemen yanında çöp kutusu olmasına rağmen yere attığımız plastik bardağı kim alacak? Aslında bir yandan doğanın içinde olmak isteyip, bunun için zahmete katlanan birinin ormanı çöpleriyle kirletmesi de çok ironik. Bir yanda insanın tıpkı diğer canlılar gibi doğayla bütün oluşturan tarafı duruyor, diğer yanda ise doğanın katledicisi sıfatı. İnsanoğlunun ilk seçenekteki gibi tanımlanmasını o kadar isterdim ki… Geride ne bıraktığına bakmayan o benmerkezciliğinden kurtulabilmesini…
Bu ormandaki doğa çok güçlü. İnsana yeşil renginin her şeyle mücadele etmeye kadir olduğu hissiyatını veriyor. Mesela beş metrelik ağaç toprak kaymasıyla devrilmiş, ancak devrildiği yerden yaşama tutunmaya devam ediyor. Yıldırımlar düşmüş, hastalık basmış ama yaşamaya devam ediyor. Doğa bir tek biz insanlardan sağ çıkamıyor. Kanser hücresi gibi bırakıveriyoruz çöplerimizi oraya buraya. Damarından kirli kan verir gibi karıştırıyoruz atıkları suya. Hey ego! Bunun karması sana da döner. Hangisini tercih edersin? Akciğer kanserimiz çok taze.
Yanımıza neler almalı, nelere dikkat etmeli?
İtiraf ediyorum yolun en zor kısmı ilk kilometresi. Bitmek bilmedi. Sıcakta sürekli yokuş yukarı yürümek çok kolay değil. Üstelik bizler ne kadar yürüyeceğimizin bilincinde olarak gelmiştik. Spontane bir hareketle yola çıktıysanız hedefe varamadan vazgeçmeniz muhtemel. Yapmayın, devam edin. Yürüdükçe bedeniniz alışacak ve yürümek keyifli hale gelecek.
Tabi ilk olarak ayağınızda spor ayakkabınız olması şart. Bu yol sandaletle veya terlikle yürünecek bir yol değil. İkinci olarak bizim gibi günün sıcak bir vaktinde yürüyecekseniz yanınızda yedek tişört bulundurmanız tavsiye edilir. Bir diğer önemli nokta ise su. Yaklaşık üç kilometre boyunca hiçbir su kaynağı yok. O yüzden şehirden yanınızda suyla yola çıkmayı unutmayın. Boşalan şişelerinizi çeşmeye vardığınızda doldurabilirsiniz.
Bu geziye çıkarken yağmur ihtimali olmayan bir günü tercih etmeniz tavsiye edilir. Yağmur yağdığı takdirde hem şelalenin bulunduğu alanı su basacağından, hem de patikanın izleri silineceğinden sorun yaşarsınız. Ayrıca bu gezinin tüm gününüzü alacağını unutmayın. Aç kalmamak adına yanınıza atıştırmalık bir şeyler alabilirsiniz. Yola çıkış saatinizi sabah erken seçerseniz yürümek daha kolay olacaktır. Geri dönüşte ise en azından şelale patikasını gün hala batmamışken yürüyün. Karanlıkta patikayı görmeniz çok zor.
Geri dönüş yolu…
Bizler sabah on bir gibi yürüyüşe başlayıp saat bir buçuk gibi şelaleye varmıştık. Şelaleden ayrılmak için ayaklanışımız ise akşamüstü saat altı civarlarını buldu. Geri dönüşte patika yokuş yukarı olsa da anayol sürekli yokuş aşağı olduğundan yorulmuyorsunuz. Mola vere vere yürüdüğümüzden, şehre varmaya yaklaşık bir kilometre kala artık güneş batmış, geriye kızıl bir alacakaranlık kalmıştı. En geniş manzarasıyla İzmir’i izleyebileceğiniz son balkonda fotoğraf çekmek istedim. Gökyüzünün deniz üzerindeki yansıması büyüleyiciydi. Bir süredir dokunmadığım telefonumu çıkartmak için elimi çantaya daldırdım. Karman çorman çantada arandım durdum. Yok. Telefonumu bulamadım. Arkadaşımın telefonundan kendimi aradım. Bir bey telefonu açtı. “Çok şükür aradınız. Yarım saat oldu. Telefonu biri almasın diye başında bekliyorum. Beraberimde götürsem mi karar veremedim. Bisikletleyim. Neredesiniz, söyleyin geliyorum.” dedi. Ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsiniz. Gecenin karanlığında ormana dönüp telefonumu arama ihtimalim yoktu ve muhtemelen ertesi gün gittiğimde de telefonu bulamayacaktım. Nerede unuttuğumu bile bilmiyordum. Neyse ki şanslıydım ve sonradan Türkiye Fahri Konsoloslar Birliği Başkanı olduğunu öğrendiğim Ömer Kaplan Bey sayesinde telefonuma kavuştum. Tabi bu hengamede manzaranın fotoğrafını çekmeyi unuttum. Sizler benim yaptığım dikkatsizliğe düşmeyin. Durakladığınız yerlerden ayrılırken telefonunuz, cüzdanınız vs. yanınızda mı bir kontrol edin. Benim yaptığım gibi çeşme başında telefonunuzu unutup, giderayak atraksiyon yaşamak istemezsiniz.
Yürüyüşümüze dönecek olursak, biz bu ufak krizi atlatırken orman karanlığa bürünmüştü. Güneşin gitmesiyle hava durumunda yaşanan ani değişime inanamazsınız. Üzerimizdeki kısa kollu tişörtlerle üşümeye başladık. Fakat Terapi Ormanı’nda gece bulunmak da ayrı güzel. Tüm o ıssızlığın içinde ormanın ruhunu daha çok hissediyor insan. Siz de bizim gibi yapıp yürüyüşünüzün son kilometrelerini karanlığa saklayabilirsiniz.
Yolun son beş yüz metresinde karşınıza birçok kedi çıkacak. Bir tanesi dağdan dışarı uzanan dalın üzerinde sizi izliyor, diğeri av peşinde… Çeşit çeşit, renk renk bir sürü kedi… Hatta yavru bir tanesi peşimize takıldı. Ormandan çıkana kadar bize eşlik etti. Pek bir oyuncu, gri renkli bir minnoştu kendisi. Sizin de karşınıza çıkarsa bizden selam söyleyin. Bu arada bütün kedilerin sanki ev kedisi gibi temiz olması çok dikkatimi çekti. Tabi zavallı şehir kedileri gibi çöp karıştırmak zorunda kalmıyorlar. Ormanın habitatı kediler için bol bol yiyecek sağlıyor. Anlayacağınız şehir hiçbir türlü canlıya yaramıyor. Kedilerimizi de alıp orman çocuğu mu olsak?
Ay, yıldızlar, ormanın dark ruhu, akan suyun aşağılardan gelen sesi ve ortamı iyice trickli hale getiren kediler… İnsan bu masal dünyasından hiç ayrılmak istemiyor. Sizi bir anda gerçekliğe döndüren ise Balçova Termal Otel’in düğün bahçelerinden yükselip size gelene kadar havada birbirine karışan şarkı sesleri oluyor. Çilli Bom’ un nostaljikliği Hayat Bayram Olsa’ nın polyannacılığıyla karışıyor, Ankara Havası’ nın gelenekselliğiyle birleşip, bayat bir elektronik müzik parçasıyla modern dünyaya bağlanıyor. Arada seçemediğim şarkılar da cabası… Tam bir işkence. Ormandan ayrılırken şehrin bizi bu kulak kanatan karmaşayla karşılaması tüm gün şehir hayatına dair getirdiğimiz eleştirileri doğrulayan bir simge gibi yükseliyor göğe.
Orman bitip de otele girdiğimizde bir anda dört bir yanımızı arabalar sarıyor. Farklı farklı düğünlere gelen onlarca insan…Tüm gün ormanda iki üç tane insan görüp de bir anda bu insan, araç ve ses kalabalığının ortasına düşmek afallatıyor bizleri. Serin hava da sanki Balçova Terapi Ormanı tabelasından öteye geçemiyormuş gibi terk ediyor insanı. Bir anda şehrin nemli ve sıcak havası çöküyor üzerimize. Ben o an, tüm gün yürüdüğüm on iki kilometre yolun değil de şehre dönmüş olduğum şu ilk birkaç dakikanın beni daha çok yorduğunu düşündüm. Bakalım gezdiğinizde sizler ne düşüneceksiniz. İzmir’e yolunuz düşerse Terapi Ormanı’nda şelalenin yanında kamp yapmayı, hiç değilse günü birlik ziyaret etmeyi es geçmeyin. İlerleyen günlerde Balçova Ormanı üzerindeki farklı rotalarda görüşmek üzere.