Sylvia Plath; Virginia Woolf, Simone de Beauvoir, Marguerite Duras gibi isimlerle beraber 20’inci yüzyılın en büyük kadın edebiyatçılardan biridir. 1932, ABD doğumlu sanatçı (ö. 1963), “gizdökümcü şiir”in en büyük temsilcilerinden biri sayılır. Şiirleri başka bir inceleme yazısının konusu olacak genişlikte olduğu için bu yazıda içinde hapsolduğu Sırça Fanus‘tan yükselen sessiz çığlığa kulak vereceğiz.
Sırça Fanus, Sylvia Plath’in hayatıyla yarı-otobiyografik bir romandan daha fazla ortak özellik sergiler: Kitabın ana karakteri Esther Greenwood bir moda şirketinde burslu çalışmak için Sylvia Plath gibi 19 yaşında New York’a gelir, ikisi de şairdir, ikisinin de babası 8 yaşında ölmüştür, ikisinin de bir erkek kardeşi vardır, ikisinin de ruh sağlığı zaman içerisinde bozulur. Esther ile Sylvia’nın intihar girişimleri paralel özellikler barındırır, yöntemler ve sıralama bakımından. İkisinin de eğitim masrafları bir yazar tarafından karşılanır, kitapta Philomena Guinea ismiyle karşımıza çıkan bu yazar gerçekte Olive Higgins Prouty’dir. Çoğu karakterin kitapta sadece ismi değiştirilmiştir.
İranlı ünlü yazar Sadık Hidayet’in Diri Gömülen hikâyesinde dediği gibi “Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışlarında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar.” Sylvia Plath de intiharın elinden kaçamazdı; çünkü intihar onda, Sırça Fanus’ta belirttiği üzere kafasında bir tohum olarak her zaman bulunan ve zamanı geldiğinde açan bir çiçek, bir ağaçtı: “Ölebileceğim düşüncesi kafamda bir çiçek, bir ağaç gibi sakince biçimlendi.” Sylvia, Sırça Fanus’u bitirdikten sonra intihar eder.
İntiharının ardında aslında bir imdat çığlığı yatıyor olabilir veya korktuğu ölümle yüzleşme cesareti. Belki de öldürmek istediği kendisi değildi, daha derindeki bir şeyle mücadele ediyordu Sylvia ve akabinde Esther: “Sanki asıl öldürmek istediğim şey o derinin altında ya da başparmağımın altında atan o ince mavi damarda değil, başka bir yerde, daha derinde, daha gizli ve ulaşması çok daha güç bir yerdeydi.” Sonuç olarak, delilik ile deha arasında gezinen bu büyük yazar sürüklendiği depresyonlar sonucu 31 yaşında, çocuklarını uyuttuktan ve onları odalarında güvenli bir şekilde kapattıktan sonra kafasını fırına sokarak intihar etmişti. Bu intiharın arkasında nelerin yattığını Plath, Sırça Fanus’ta bize detaylı bir şekilde verir.
Romanın başkahramanı Esther Greenwood, bir moda dergisinde burslu çalışmak için New York’a gelir. Kariyer planları arasında bocalar; ne yapacağına, ne yapmak istediğine karar verememiştir. Bütün planlar, kitaptaki deyimle “aceleci tavşanlar gibi hoplayarak” geçer gider. Erkeklerle ilişkisi hiçbir zaman derinleşemez; tüm bu belirsizlikler sonucu yemek yiyemez, uyuyamaz hale gelir ve kendisini annesinin de ısrarıyla bir psikiyatri kliniğinde bulur. İkinci buluşmada, psikiyatr ona elektroşok tedavisi uygular ve bu sözde tedavi onun içinde bulunduğu sırça fanusun çatlamasına neden olur.
Bu deneyimden sonra Esther, intihar etmeyi kafasına koyar ve ayak bileğini keserek işe başlar. Kendini denizin gel-gitlerine atar, son olarak da evindeki bodrumda bulunan gizli bir toprak bölmeye girer ve tedavisi için kullandığı hapları içerek derin, acılı bir uykuya dalar. Annesi onu acı çekerken çıkardığı seslerden bulur. Eshther ölmeyi yine beceremez. Kitabın bu kısımları trajikomik bir nitelik taşır. Akıl hastanesine kapatılan Esther, kitabın sonuna kadar burada tedavi görür. Tüm bu yaşananlar Sylvia’nın hayatında da üç aşağı beş yukarı aynı şekilde gelişmiştir.
Kitapta Ladies Day ismiyle geçen şirketten çıktıktan sonra kendini küvete atan Esther ile gerçekte Mademoiselle’de staj yapan Sylvia’nın düşünceleri ortaktır: “New York eriyor, hepsi eriyip kayboluyor ve artık hiçbiri rahatsız etmiyor beni. Onları tanımıyorum, onları hiç tanımadım ve tertemizim ben. Bütün o içkiler, gördüğüm o yapışkan öpüşler ve dönüş yolunda derime yerleşen kir, hepsi, hepsi tertemiz, dupduru bir şeylere dönüşüyor.”
Erkeklerle arasındaki ilişki de hayatla olan ilişkisi kadar kayıtsızdır: “Uzaklarda kusursuz bir erkek görüyor ama o erkeğin yakına gelir gelmez hiç de uygun biri olmadığını anlıyordum… Hiç evlenmek istemeyişimin nedenlerinden biri de buydu. Hayatta en son istediğim şey sonsuz güvenceye kavuşmak ve okların atıldığı yay olmaktı. Ben değişiklik ve heyecan istiyordum. Dört Temmuz bayramındaki havai fişeklerden fışkıran rengârenk kıvılcımlar gibi her yöne atılmak istiyordum.”
Eshter’in en çok yakınlaştığı erkeklerden biri olan Buddy Willard’la olan ilişkisinde de erkeklerle olan ilişkisindeki genel tavır sürer ve Buddy ile birlikte tüm erkekleri içinde hapsolduğu sırça fanusu kapatan ellerden biri olarak görür: “Bir de Buddy Willard’ın sinsi ve bilgiç bir tavırla, çocuklarım olduktan sonra kendimi farklı hissedeceğimi ve artık şiir yazmak istemeyeceğimi söyleyişini anımsıyordum. Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra totaliter bir devletin kölesi gibi duyuları körelerek yaşayıp gidiyordu.”
Sylvia’nın, Esther ile bize göstermeye çalıştığı, 50’lerdeki ve 60’lardaki modern insanın hapsolduğu sırça fanustu. Erkekler ve bu sistemde onlardan birine dönüşen kadınlar, mutlu olabilirken, o olamıyordu. Kitapta iyileşmeye başladığı süreçte bile bir erkeğin egemenliğini reddeder Esther: “Bir erkeğin egemenliği altında olmanın düşüncesinden bile nefret ediyorum. Bir erkeğin dünyada hiçbir kaygısı yokken, benim başımda, beni hizada tutmak için bir sopa gibi asılı duran bebek konusu var.”
Virginia Woolf’a atıf yaparak dillendirdiği “İşte yine kendime ait bir odam vardı” cümlesiyle pek çok şey anlatır Sylvia: evet, Eshter’in artık kendine ait bir odası vardır; fakat bu oda bir akıl hastanesinin odasıdır ve tüm özgürlüğü elinden alınmıştır. Düzenli bir şekilde elektroşok tedavisi görüp günlerini hastane koridorlarında ve bahçesinde ölü bir beden olarak gezinerek geçirmek yapabildiği tek şeydir. Onun için her şey çok geçtir, ruhu bedeninden çekildiği için nerede olursa olsun hiçbir şey fayda etmeyecektir, bunu şu şekilde ifade eder: “Çünkü nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kafesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun içinde kendi eskimiş havamda bulanıyor olacaktım.”
Kendisinin de belirttiği gibi “Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.” Elektroşok tedavileri, yazamadığını düşünmesi, eşi Ted Hughes’ın onu aldatması sonucu ortaya çıkan kıskançlık krizleri, evlilik hayatı gibi pek çok sebeplerden Sylvia Plath kendisini bir sırça fanusun içinde nefessiz kalmış hissediyordu. Nasıl ki aslında mücadele ettiği şey kırılgan bileğinin altında değil, daha derinde ve başka bir yerlerdeyse, kurtuluşu da içinde bulunduğu sırça fanustan çok ötelerdeydi. Deneyimleri sonucu çatlayan bu sırça fanusu kırıp çıkmanın geri dönüşü olmayan tek yolu intihardı ve Plath, kitaptaki karakteri Esther gibi bu yolu seçmişti.
Sırça Fanus, Sylvia Plath’in “Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum” diyerek ifade ettiği üzere susturamadığı sesinin sonucu ortaya çıkan bir eser ve içinde susmak istemeyen bir ses olan herkesin okuması gereken bir kitap. 1960’ların insanı Esther’in sıkıntıları günümüz kadınlarının ve erkeklerinin ortak sıkıntıları. Sırça Fanus, hayatın dişlileri arasında sıkışmış hisseden herkesin okuması gereken bir başyapıt. Kitap, ölmeden önce okunması gereken 1001 eser arasında yer alıp şahsi kanım olarak Virginia Woolf daha uzun yaşasaydı yazacağı nitelikte.