Yazar Adı: Stephen King
Çeviri: Gönül Suveren
Yayınevi: Altın Kitaplar
Seri Adı: Dark Tower / Kara Kule
Seri Sıralaması:
1. Silahşör / The Gunslinger
2. Üç’ün Çekilişi / The Drawing of the Three
3. Çorak Topraklar / The Waste Lands
4. Büyücü ve Cam Küre / Wizard and Glass
4,5. Anahtar Deliğinden Esen Rüzgar / The Wind Through the Keyhole
(Seriden yıllar sonra çıkan ekleme)
5. Calla’nın Kurtları / Wolves of the Calla
6. Susannah’ın Şarkısı / Song of Susannah
7. Kule / The Dark Tower
Başlıkta geçen ve aynı zamanda kitabın başlangıç cümlesi olan sözlerin, Stephen King‘in Kara Kule serisini okuyanların, hafızalarına kazındığını söyleyebilirim. Stephen King’in bu serisi, diğer eserlerinden çok daha farklı ve özel. Diğer eserlerinde kullandığı yazım dili, korku öğeleri ve popülerlik bu seride pek karşılacağınız şeyler değil.
Kitabın konusuna değinecek olursak, Stephen King’ in yarattığı, fantastik bir paralel evren olan orta-dünyada, son silahşor Roland‘ın artık yok olmaya yüz tutmuş dünyanın, kötü gidişatını durdurmak için, varlığın merkezi olan Kara Kule‘ye yaptığı yolculuğu konu edinir. Başta yalnız çıktığı Kara Kule yolculuğunda, yanına birkaç yoldaş daha edinen Roland, çeşitli mekânlardan ve zaman tünellerinden geçerek, büyülü ve sıra dışı dünyalarda birçok savaşa girer.
Kitabın, “fantastik kurgu” türüne ait olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak bol aksiyonlu, iyilerin kazandığı klasik türlerden hoşlanıyorsanız, bu kitap biraz size farklı gelebilir. Kitap, oldukça sağlam bir felsefi altyapıya ve buna bağlı olarak aklınızda doğabilecek tartışmalara ve sorgulamalara yer açabiliyor.
Serinin bir diğer özelliği; aslında Stephen King’in başından beri düşündüğü şekilde, diğer kitaplarının temelini oluşturacak şekilde kurgulanması… Şöyle ki; diğer romanlarındaki baş karakterlerin bir kısmı, Kara Kule’de karşımıza zaten yan rollerde çıkmış kişiliklerin, daha iyi betimlenmiş halleri sadece. Bu karakterlerin yer aldığı kitapları listeleyince bile işin boyutunu algılayabileceksiniz;
Kemik Torbası (Bag of Bones)
Ejdarhanın Gözleri (Eyes of the Dragon)
Mahşer (The Stand)
Sis (Skeleton Crew)
Hortlak/Korku Ağı (Salem’s Lot)
Düzenleyiciler (The Regulators)
Yaratık (Desperation)
O (It)
Uykusuzluk (Insomnia)
Buick 8 (From a Buick 8)
Maça Kızı (Hearts in Atlantis)
Eluira’nin Küçük Hemşireleri/Karanlık öyküler (The Little Sisters of Eluria)
Tılsım (The Talisman)
Kara Ev (Black House)
Çılgınlığın Ötesinde (Rose Madder)
Stephen King’in seriyi yazması oldukça uzun sürmüştür. Serinin ortasında verdiği ara, yıllar alır. Bu sürenin sona ermesini kendi sözleriyle şöyle açıklar:
“Sanırım her zaman, bir süre sonra bu diziyi tamamlayacağımı düşünüyordum. Belki Tanrı bana belirlenen saatte, ‘Haydi iş başına Stephen, Kule’yi tamamla’ diye telgraf bile yollayabilirdi. Her neyse, buna benzer bir şey gerçekten oldu. Tabi şarkılı telgraf yerine bir Plymouth minivan ile beklenmedik şekilde karşılaşmak beni harekete geçirdi. Eğer o gün bana çarpan araç, biraz daha büyük ya da biraz daha hızlı çarpsa, okurlarım yasa boğulacaktı. Ve de Roland’ın arayışı ebediyen sona ermeyecekti, en azından benim tarafımdan sona erdirilemeyecekti.”
Bu kaza sonrası King, seriyi bitirmeye karar verir ve 2001’de tekrar yazmaya başlayarak 1970’de başladığı seri, tam 33 yıl sonra, yani 2003 yılında sona erer.
Kara Kule (The Dark Tower), aslında İngiliz yazar, şair Robert Browning‘in “Childe Roland to the Dark Tower Came” isimli* 34 altılık dizeden oluşan şiirinden yola çıkılarak yazılmış bir seri. Aynı zamanda doğal olarak, Yüzüklerin Efendisi serisinin de büyük etkilerini gözlemlemek mümkün, sunuş kısmının başı, “On dokuz yaşımdayken Hobbit’ler muazzamdı… (ve onlardan bazıları şu okuyacağımız öyküleri de etkiliyordu.)” şeklinde başlamakta ve sunuş kısmının koca bir bölümü, Tolkien üzerindeki esinlenmeye değinmektedir.
Seri başta Mısır mitolojisinden esinlenerek çıkardığını düşündüğüm “ka” ve “ka-tet” kavramları ve onların felsefi alt yapısı ile oldukça orijinal kavramlar kattı hayatıma. Öyle ki omzumun arka kısmında “ka” içeren bir Kara Kule dövmesi mevcut. Bu kitabın insana ve düşünce yapısına oldukça fazla şey kattığını düşünüyorum. 4000 sayfalık bir seriyi bitirme gücüne sahip olduğunuzu düşündüğünüz an başlamanızı tavsiye ederim.
*Childe Roland to the Dark Tower Came;
i.
her sözünün yalan olduğuydu ilk düşüncem,
o kır saçlı ve gözü, yalanının, gözlerim üzerindeki
etkisini beğenmeyerek habisçe bakan sakatın
ve o neşeyi gizlemekte nadiren başarılı dudakları,
her yeni kurbanla gerilip bükülürdü.
ii.
başka ne için hazırlanmış olmalı, asasıyla?
yalanlarıyla pusuya yatmak, ona burada rastlayan
ve yolu soran tüm yolcuları tuzağa düşürmekten başka?
o kafatası gülüşünün neye yol açacağını, mezar kitabemin
üzerinde ne yazacağını tahmin ettim bu tozlu yolda.
iii.
onun nasihatiyle, herkesin kara kule’yi sakladığına
hemfikir olduğu o uğursuz toprağa
dönersem sırtımı. ama boyun eğerek
gösterdiği yöne döndüm, ne gurur ne de
sonda canlanan umut önceden haber verebilirdi
bazı sonlarla gelen mutluluğu.
iv.
yıllar süren arayışımın, bütün dünyayı
dolaşmamın sonunda ortaya çıkardığı umudum
başarının getireceği o ele avuca soğmaz neşeyle
baş edecek kadar güçlü olmayan bir hayalete döndü
kavramakta başarısız olan kalbimin
coşkulu sıçrayışını engellemeye çalıştım.
v.
ölüm döşeğindeki çok hasta bir adam
ölmüş gibi görünür ve gözyaşlarının başlayıp
bitişini hisseder ve her bir dostuna veda eder
birinin diğerine git dediğini duyar, dışarıda
özgürce nefes alsın diye, (“her şey bittiğine göre,” der,
“hem inen darbeyi yas tutmak telafi edemez.”)
vi.
biri diğer mezarların yanında buna yetecek kadar
yer olduğunu tartışır ve cesedi bayraklar, şallar ve
şiirlerle, özenle taşıyacakları gün gelip çatar
ve adam yine de her şeyi duyar ama kalıp da
istemez böylesi bir sevhiyi utandırmak.
vii.
bu yüzden, bu yolculukta çok acı çektim
başarısızlık kehanetlerinin söylenip yazıldığını
“çete” arasında pek çok kez duydum
kara kule’nin arayışının adımlarına yön verdiği
şövalyelerden -onlar gibi başaramamak
en doğrusu gibiydi- biri olmaya uygun muydum?
viii.
böylece umutsuzluk kadar sessizce sırt çevirdim.
yoldan ayrılan patikayı gösteren nefret dolu sakata
pek kasvetli geçmişti bütün gün ve loşlaştı
sonu yaklaşırken. yine de düzlüğün başı boş olanı
yakalamadığını görmek için
sert, kızıl bir bakış fırlattı.
ix.
hedef için! kendimi düzlükte bulduğum
bir iki adımdan sonra duraksayıp
baktım arkama güvenli yol üzerinden
son bir kez ve gördüm yok olmuştu; her yer gri düzlük:
ufuk çizgisine dek uzanan bir boşluk
yola devam edebilirim, kalmadı yapacak şey.
x.
gittim böylece. galiba daha önce
böylesine açlık çekmiş, alçak bir doğa görmemiştim.
çiçekler bile bitmiyordu, bırak bir sedir korusunu!
ama karamuk, sütleğen kendi kanunlarınca
üreyebilirler şaşırmasın kimse
bir tohum, olabilir bir define sandığı.
xi.
hayır! yoksulluk, tembellik ve hoşnutsuzluk
tuhaf bir biçimde oluşturmuştu toprağı. “gör
veya kapa gözlerini,” dedi tabiat huysuzca
“hünerle ilgisi yok, elimden gelmiyor bir şey:
son hüküm’ün ateşi sağaltmalı bu yeri
yakmalı topraklarını ve özgür bırakmalı mahkûmlarımı.”
xii.
saçaklanmış bir diken sapı
arkadaşlarından daha yukarı uzunarısa, kafası koparılır.
yoksa sert otlar ksıkanırlar. labadanın
sert ve kara yapraklarını, bütün yeşerme
umutlarını kıracak kadar ezen
onları delip yırtan nedir? bir hayvan
yine hayvanca bir niyetle yürümek ister
ve onları ezerek öldürür.
xiii.
çimlere gelince, cüzzamlı deri üzerindeki saç gibi
yavaşça uzarlardı; kanla yoğurulmuş görünen
çamırda biten incecik, kuru yapraklar.
bir sıska kör at, her kemiği sayılan
oraya gelmiş, aptalca duruyordu
yaşlanınca atılmış şeytanın ahırından!
xiv.
canlı mı? bir deri bir kemik hali
kızıl, etsiz, incecik boynu ve pas rengi
yelesinin altındaki perdeli gözleriyle ölü gibiydi;
böylesi iğrençlik böyle bir elemle nadiren
bulunurdu bir arada; hiç bir hayvandan nefret etmemiştim bunca
büyük bir kötülük yapmış olmalıydı katlanmak için bu acıya.
xv.
kapadım gözlerimi ve onları kalbime taşıdım.
bir adamın dövüşmeden önce şarap içmesi gibi
eski, mutlu günlerden bir esinti istedim.
doğru yapabilmek için burada üzerime düşeni.
önce bu, ardından dövüş, askerin sanatı:
eski günlerden bir tat, herşeyi doğru kılar.
xvi.
o değil! cuthbert’ün altın sarısı
kıvırcık bukleler altında kızaran yüzünü hayal ettim.
sevgili dost, beni yerimde tutmak için kolunu
hep yaptığı gibi benimkine doladığını
neredeyse hissettim. yazık, bir gecelik utanç!
yeni ateşi kalbimi terk edip buz gibi bıraktı.
xvii.
giles, onurun ruhu, duruyor orada
on yıl önce şövalye olduğu günü gibi dürüst,
hangi cesur adam onun cesaret ettiğine cesaret edebilir
iyi -ama sahne yükselir- pöh! hangi celladın elleri
iğneler göğsüne bir parşömen? kendi yoldaşları
okur onu. zavallı hain, üzerine tükürülüp lanetlenen!
xviii.
öyle bir geçmişe yeğdir bugün:
o yüzden döndüm tekrar kararan yoluma!
hiç ses yok, bir boşluk hâkim göz alabildiğine.
gece gönderecek mi bir baykuş veya yarasa?
diye sordum: o korkunç düzlükte bir şey
düşüncelerimi tutuklayıp akışlarını değiştirmeye çalışınca.
xix.
küçük bir nehir kesti yolumu aniden
bir yılan gibi beklenmedik anda çıkarak karşıma.
kasvete uygun tembel dalgaları yok;
köpürerek akıp geçen bir banyo adeta
iblisin parlayan toynağı için, kara girdabının
gazabının köpürerek tükürülmesiyle doğan.
xx.
ne kadar önemsiz, bir o kadar da kinci! çalı gibi, kavruk
akçaağaçlar yol boyunca önünde diz çökmüş;
kurumuş söğütler dilsiz bir umutsuzluk
ve ölüme meyilli bir kalabalıkla eğilmiş baş aşağı:
hepsini mahveden işte bu nehir
akan her ne ise bir nebze bile yılmıyor.
xxi.
karşıya geçerken sularından… iyi azizler, nasıl da korktum
ayağımı ölü bir adamın yanağına basmaktan
veya sığlıkları bulmak için sapladığım mızrağımın
saçına veya sakalına dolanmasından!
bir su sıçanıydı belki mızrağımı sapladığım
ama uh! sesi farksızdı bir bebek çığlığından.
xxii.
karşı yakaya geçtiğimde nasıl da memnundum
daha güzel topraklar umuduyla. beyhudeymiş ümit!
kimdi mücadele edenler, hangi savaşın içindeydiler
kimin vahşi çiğneyişi soğuk toprağı
çamura çevirmişti? zehirli bir tanktaki kurbağalar
veya kızgın, demir bir kafesteki vahşi kediler…
xxiii.
savaş ovada olup bitmişti mutlaka, ne tıkmıştı onları
buraya, seçilecek onca düzlük varken?
bu korkunç kafese giden ayak izi yoktu,
çıkan da görünmüyordu. şüphesiz beyinler
çılgın içkilerde bulanmıştı, türklerin eğlence için
kışkırttığı kadırga köleleri gibi, hristyanlara karşı yahudiler.
xxiv.
ve dahası -iki yüz metre ötede- işte, orada!
hangi kötü gaye için o makine, o tekerlek
ya da fren, tekerlek değil, insanların bedenini
ipek gibi yarmaya uygun o tırpan?
tüm havasıyla, farkında olmayan toprak üzerinde
veya paslı dişlerini keskinleştirmek için getirilmiş olan.
xxv.
sonra ağaçlar belirdi toprak üzerinde, önce bir orman
sonra bir bataklık görünüşe göre ve şimdi de sadece
umutsuz, işi bitmiş bir toprak parçası; (bir budala böyle bulur neşeyi,
bir şey uydurup sonra bozar ruh hali değişip
terk edene kadar!) batak, balçık, moloz, kum
ve kapkara, çıplak yokluk yolunda.
xxvi.
şimdi yaralar iltihaplanıyor, gri ve sert,
toprağın verimsizliğinin yosuna veya çıbana benzer
maddelere döndüğü yerlerde;
sonra felçli meşe geldi, kenarlarından ayrılan eğri büğrü,
ölüme doğru açılan bir ağza benzeyen içindeki yarık
geri çekilirken öldü.
xxvii.
ve sondan olabildiğince uzakta!
uzakta akşamdan başka hiçbir şey yok, adımımı
daha ileri atabileceğim hiçbir şey yok! bu düşünceyle
cehennem zebanisinin göğsündeki dostu, koca bir kara kuş
geçti süzülürcesine, şapkama değen ejder kanatlarını
açarak, belki oydu aradığım yol gösterici.
xxviii.
yukarı bakınca her nasılsa fark ettim
alacakaranlığa rağmen düzlüğün sonunda
dağlara ulaştığını, çalınıp görüş alanına girmiş
çirkin tepeler ve yığınları şereflendirecek böylesi bir isimle.
bu yüzden beni nasıl da şaşırttılar… çöz bunu!
onları aşmak kolay görünmüyordu.
xxix.
yine de kötü, haince numarayı
hayal meyal hatırlar gibiyim, tanrı bilir ne zaman
belki kötü bir rüyada başıma gelen. burada son buldu,
sonra kendi yolunda ilerledi. tam bir kez daha
pes etmek üzereyken bir tuzağın kapanması gibi
bir ses oldu, içindesin mağaranın.
xxx.
yakarcasına geldi hepsini birden,
burasıydı işte! sağdaki o tepeler bir kavgada
boynuz boynuza birbirine kenetlenmiş boğalar gibi;
ve solda çıplak, yükselen bir dağ… ahmak,
bunak, uyukluyor şu anda,
bu manzara için yolculukla geçirilmiş bir ömürden sonra!
xxxi.
ortada kule’nin kendisinden başka ne olabilir?
bir budalanın yüreği gibi kör, yuvarlak, alçak,
kahverengi taşlardan inşa edilen, tüm dünyada
bir benzeri daha olmayan kule. fırtınanın alaycı cini
ancak tahtalar kırılmaya başladığında
denizciye işaret eder çarptığı, görünmez kayayı.
xxxii.
görmemek mi? belki gecedir sebep? gün,
geri gel bunun için! terk etmeden önce
ölmekte olan günbatımı bir yarıktan parladı:
tepeler, avlarını daha iyi görebilmek için
çenelerini ellerine dayayıp yatan ava çıkmış devler gibiydi,
“şimdi bıçağı sapla ve sonunu getir yaratığın!”
xxxiii.
duymamak mı? oysa gürültü her yerdeydi! bir çanın sesi gibi
giderek artarak yükseliyordu. kayıp serüvencilerin, yoldaşlarımın
isimleri kulaklarımda. ne kadar güçlü ve ne kadar cesur
ne kadar şanslı ama her biri eskide kaldı
kayboldu, kayboldu! bir dakika elem dolu yılların kara habercisi oldu.
xxxiv.
orada durdular, tepe eteklerinde sıralanıp
sonumu görmek için buluşup bir başka resim için
yaşayan bir çerçeve! alev perdesinin arasında
hepsini gördüm hepsini tanıdım. ama yine de
korkusuzca götürdüm boruyu dudaklarıma
ve üfledim. “childe roland kara kule’ye geldi.”