Çınar Yayınları etiketi ve Gamze Bulut’un çevirisiyle Sonuncular raflarda. Hanna Jameson’a büyük bir okuyucu kitlesi kazandıran kitap, çağdaşı yazarlara da kendisini sevdirmiş tüyler ürpertici bir nükleer kıyamet romanı. Dünyanın sonunu getiren nükleer saldırıların amacını ve sonucunu ucu kimselere dokunmadan eleştiriyor, insanların tepkileri ve psikolojilerini inceliyor, en güzeli de, söz konusu dünyanın sonu da olsa her zaman insanların üstün yönlerine odaklanmamız gerektiğini hatırlatıp içimizi umutla dolduruyor.
Nükleer Savaş
Kitabı, tarihçi Jon Keller açıyor: Nükleer saldırılar başladıktan üç gün sonra, İsviçre’de bir otelde 20 kişiyle birlikte bir şekilde hayatta kalmış. Dünyanın çeşitli yerlerine atılan birkaç bomba sonra, oteldekilerin dışarıyla iletişimi tamamen kesiliyor. Bazı konuklar panik içinde yollara dökülüyor, bulabildikleri son taşıtlarla evlerine dönmeye çalışıyorlar. Jon Keller ise Amerika’daki ailesini merak ediyor, dönmeyi denese bile dönemeyeceğini tahmin ediyor, korku ve şaşkınlık onu duygusal olarak felç ettiği için otelde kalıyor. Ortalık durulduğunda, önce otelde kimler olduğuna bakıyorlar, bundan sonra ne yapacaklarını tartışıyorlar. Sonraki birkaç gün içinde Jon Keller’ın izlenimlerinden hem otelde kalanların umutsuzluk içinde nasıl yaşamlarına son verdiğini görüyoruz hem de Jon’un iç dünyasını anlamaya çalışıyoruz. Kitabın bu kısımları sahiden de bu kıyamet sonrası günlerin karanlığını ve umutsuzluğunu okuyucuya aktarıyor. Dünyanın sonu gelmiş olsa da ve bu notları okuyacak kimse olmasa da, Jon bilgiyi kime aktardığını bilmeyerek ama yapmayı bildiği tek şey yazmak olduğu için yazıyor.
Diğer bütün canlılar gibi, insan ırkının varlığını sürdürmesinin ve bireysel olarak insanların hayatlarını devam ettirmelerinin sebebi uyum sağlayabilmeleri. Jon kıyamet sonrasında hayatta kalmış olduğu şaşkınlığını yavaş yavaş atlatırken, oteldeki insanlar, sonuncular, kıyamet sonrası hayatlarına uyum sağlamaya başlıyorlar. Oteldeki hayat kısa bir süre için otelin kaynaklarını kullanarak devam edebilir ama kaynaklar da tükenmeye başladıkça, kaçınılmaz olarak iş bölümü yapmaları ve yemek-su-ilaç gibi temel ihtiyaçları karşılayacak bir yol bulmaları gerekiyor. Bu noktada bu insanları zora düşüren konular herkesin tahmin edebileceği şeyler; insanlarla birlikte her canlının zarar görmesi nedeniyle avlanamamak ve tarım yapamamak, yağmurların içerdiği radyasyon sebebiyle doğal su kaynaklarının zehirlenmesi, eğer tamamen toza dönmeyen bir market varsa da bunların çoktan yağmalanmış olması, insanların içinde bulundukları stresli koşullar nedeniyle olumsuz davranışlar geliştirmesi. Olumsuz davranış ifadesi durumun ne kadar endişe verici olduğunu anlatmada tek başına yeterli değil, kendisine ve çevresine karşı saldırganlık yaptıklarını tahmin ediyoruz. Bunların dışında, aklımızın bir köşesinde yanıp sönen o kan donduran ve mide bulandıran fikir de bu olumsuz davranışlara dahil: yamyamlık.
İsviçre’deki Bir Otelden İzlenimler
Bu kitabı ilginç yapan özelliklerinden biri, kıyamet ve kıyamet sonrası denilince aklımıza gelen her fikre de değinerek, en iyimser şekilde bu evrenin sınırlarını incelemesi ve bunu çok gerçekçi bir şekilde ele alması. Sadece acı, dehşet, çaresizlik, açlık, öfke yok; bu insanların kıyamet sonrasındaki hayata nasıl uyum sağladıklarını ve yaşadıklarıyla nasıl başa çıktıklarını da Jon Keller’in kişisel buhranı aracılığıyla anlatıyor. Jon bireysel olarak, izlenimlerini yazmakla kıyameti atlatmanın ve yakında ölecek olmanın dehşetiyle başa çıkmaya çalışıyor. İlk olarak yaşadıklarını, sonra günlerinin nasıl geçtiğini yazıyor. Zihninden biraz uzaklaşmak ve işe yarar hissetmek için otelde işlerin yürütülmesi için bir şeyler yapmaya gönüllü oluyor. Arada sırada yakınlardaki benzinliğin marketine gidip yemek ve ilaç toplamak, kış için hazırlık yapmak gibi işlerle kendisini oyalıyor. Aklı başında kalan lider ruhlu birkaç kişiyle birlikte ne kadar sularının ne kadar yemeklerinin kalacağını ve eksilen kaynakları yerine nasıl koyacaklarını düşünüyorlar. Yaşamına son veren konukların yerinde olmayı hem istiyorlar hem istemiyorlar, bu insanların cenazelerini düzenliyor ve onları gömerken konuşma yapıyorlar.
Otelin tanklarında ne kadar su kaldığını öğrenmeye çalıştıkları gün, su tanklarının birinin içinde küçük bir kızın cesedini buluyorlar. Bu acı veren durum diğer insanları pek etkilemiyor, çünkü zaten her gün birkaç kişi yaşamına son veriyor, bir aile küçük çocuklarını acı çekmekten kurtarmak istemiş olabilir diye düşünüyorlar, çocuğun kendisi bir kaza sonucu ölmüş olabilir diye düşünüyorlar. Bu akıl yürütmelerin hiçbiri Jon için tatmin edici gelmiyor, küçük bir kız çocuğu dev su tanklarına nasıl tırmanabilir diyor, ailesi acı çekmesin istediyse neden gömmek yerine su tankına atmış olabileceklerine anlam veremiyor, hayır, bu ölüm otelde her gün karşılaştıkları cinsten değil, bu bir cinayet. Bu cinayetin kendisini rahatsız etmesine içten içe seviniyor, hala içinde insanlık kaldığını düşündüğü için. Bundan sonrası, Jon’un amatör bir şekilde cinayeti çözmeye girişmesinin üzerine otelin konuklarıyla yaptığı görüşmelerden şüphe uyandırıcı davranışlar yakalaması ve otelde hayatta kalan son insanlardan birinin bir katil olduğu gerçeğiyle yüzleşmesiyle devam ediyor. Kıyametin dehşeti etkisini yitirmeden, bir cinayetin çözülmesi için kendisini ne kadar tehlikeye atacağı korkusu kendini gösteriyor.
Kapana Kısılmış Yirmi Kişi, İçlerinden Biri Katil
Jon Keller’in katili bulmak için izlediği yöntem, insanları sorgulamak. Neler bildiklerini ve dikkatlerini çeken garip olayları öğrenmek istiyor. İnsanların dikkatini çeken garip olaylar sadece bu cinayetle ilgili çıkmayınca, ortalık epey karışıyor. Başka olaylar da dönüyor otelde… Dünyanın sonu gelmişken cinayet işlemenin ya da başka olaylar karıştırmanın nasıl bir motivasyonu olabilir, hala düşünüyorum. Belki de insanların motivasyonu zaten dünyanın sonunun gelmiş olması… Jon bu cinayeti çözmeyi neden bu kadar istiyor, onu da anlamak zor. Ne kadar yaşayacaklarını bilmiyorlar, ne uğruna yaşayacaklarını bilmiyorlar. Katili bulmak ve olayların gizemini çözmek nasıl bir yarar sağlayacak bu insanlara? Artık bir adalet sistemi yok dünyada, adaleti nasıl sağlayacaklar? Hapse atıp, zaten az olan kaynaklarını tüketmesine izin mi verecekler? Öldürebilirler mi, bu kararı nasıl verecekler? Dışarıya sürerlerse, geri dönmeyeceğini nereden bilecekler? Dışarıda ne olduğunu bile bilmiyorlar oysa. Otelin dışına sürmek bir ölüm cezası mı sayılacak, hayatını bağışlamak mı? Bu kararları kim verecek?
Sonuncular mı?
Kaynakları sonunda tükenmeye yüz tuttuğunda ve dışarıda kendilerinden büyük yamyam grupları karşısında tehlikede hissettiklerinde, dışarıyı keşfetmeleri ve kendilerine yeni bir güvenli alan bulmaları gerekecek. İlk anda hayatta kaldıklarını fark ettiklerinde, dışarıda neler olduğunu anlamak yerine kendilerini otele kapatmalarının sebebi, gidenlerin hiçbirinin geri dönmemesiydi. Geri dönmeyenlerin başlarına kötü olaylar geldiğini varsaydılar. Kendilerinin güvende olan son insanlar olduklarından emin olmuşlardı. Sonunda otelden çıkmaları gerektiğinde, aslında çok da uzak olmayan bir yerde yeniden bir şehir kurulduğunu anladılar. Dünyanın geri kalanı belki de o kadar kötü durumda değildi ve kendileri de sonuncular değillerdi. Bu insanların hepsi, sonuncu olduklarına ikna olmuş ve ona göre yaşamaya başlamışlardı. Kendi kendilerini yönettiler, kaynaklarını yönettiler, kendince adaletlerini sağladılar, kendilerini dışarıdaki insanlardan korudular. Tam da üremeleri gerekecek mi tartışmaları başlamıştı…
Yeniden bir şehir kurulmasının iki etkisi oldu. İlki, herkes gibi, Jon da yaşadıklarıyla başa çıkarken kişisel buhranını arka plana atıyordu. Ailesinin yanından kendi isteğiyle ayrılmış, karısı ve çocuklarıyla ayrı düşmüş olmaktan memnun gibiydi. Bunun için kendisini suçlu hissetmiyordu, zaten dünyanın sonu geldi… Ne olursa olsun aileme ulaşmalıyım filmleri ve kitapları sayıca çok, biz her seferinde karakterin imkansızlıklar içinde kendisini tehlikeye atarak ailesine ve sevdiklerine ulaşmaya çalışmasına tanık oluyoruz. İçten içe biliyoruz, bu hiç mantıklı bir yolculuk değil ama karakterin ailesine ve/veya sevdiklerine bağlılığı da zaten mantıksız bir seviyede. Aşk her şeyin üstesinden gelir, aileler her zaman bir araya gelir… Jon, sorumlu hissettiği için ailesine geri dönmeyi düşünüyor, sanki dünyanın sonu yıkılmış yuvasını kurtarabilirmiş gibi. Ama dönmüyor, karısı da dönmemesini istiyor. Bu duruma bayıldım.
İkinci etki, umut ve hayal kırıklığı. İnsanların hayatta kaldıkları sürece kendilerine bir ev yaratabilecekleri fikri karakterlere umut veriyor, onları yeniden hayata bağlıyor. Dünyanın sonu da gelse, yeniden şehirlerin kurulacağı ve hayatımızın yeniden eskisi gibi olacağı ise yadsıyamayacağım bir hayal kırıklığı. Ne olursa olsun, insanlar olarak yeniden aynı noktaya dönüyor gibiyiz. Şehirler yeniden kurulacak, ülkeler kurulacak, bu ülkeler yeniden savaşacak, yeniden dünyanın sonunu getirecekler. Dehşet verici bir kıyamet ve geçici bir sonuncular hissinden sonra, ne yazık ki her şeyin bir döngü olduğunu fark ediyoruz.
Post apokaliptik romanları sevenlerin bu kitaba bayılacağına eminim. Sürüklenmek isteyen, akıcı bir kitap okumak isteyen herkese de tavsiye ediyorum. Çınar Yayınları’na ve Gamze Bulut’a teşekkürler! Herkese iyi okumalar!