Çocuktunuz.
Hâfızanızın kendinizle ilgili barındırdığı ilk flû görüntülerden bu yana en çok duyduğunuz sorunun da muhatabıydınız: “Büyüyünce ne olacaksın?” O kadar özgürdünüz ve mâsumdunuz ki vereceğiniz en uçuk cevâp bile tatlı gülümsemelerle iltifât görüyordu. Astronot da oluyordunuz, doktor da… Canınız mı sıkıldı? Denizler kâşifi bir kaptanlığa sınavsız yatay geçiş yapıveriyordunuz.
İşte tüm bu özgürlüğün, sorumsuzluğun ve uçarılığın tam ortasındayken bâzılarınıza aynı soruyu devlet sordu. Büyük çoğunluğuna bu sorulmadı bile; ezilen sınıflara mensup âileler, ekonomik ve sosyal yokluğun ve kaygıların sonucu olarak çocuklarını dışı parlak, içi ateşten bir üniformanın içine itiverdiler. Kendilerine ne olacağı sorulan az sayıda çocuk ise bütün çocukluk hayâlleri ve ilkgençlik heyecânlarıyla “Asker!” deyiverdiler. Devletin nazarında aklının her şeye tam erip ermediği belli olmayan, hayat tecrübesi yetersiz, haklarını tek başına kullanamayacak durumdaki 18 yaşından küçük çocukların devlete verdikleri bir cevâptı bu…
Zirâ Türk Medenî Kanunu 10. Maddesi’nde denilmiştir ki: “Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.”
Bir madde sonra, 11. Madde ne diyor peki?
“Erginlik 18 yaşın doldurulmasıyla başlar.”
Ve noktayı 16. Madde koyuyor: “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç altına giremezler.”
Belki henüz bıyıkları bile terlememiş sâf bir çocukluk telâşı ile verilmiş olan “Asker!” cevâbının Türk Medenî Kanunu çerçevesindeki değeri işte bu kadardır.
Ama gelin görün ki, kazın ayağı öyle değil.
Herkesin asker hissettiği bir histeri coğrafyası
Devletin sorusuna verilmiş olan o cevâbın devâmında yapılan bir askerî okul kaydının ardından, kişiyi “dönülmez yollara” sokan bir sürecin tetiklendiği yıllar sonra acıyla anlaşılacaktır.
Zirâ verdikleri o cevâpla artık o çocukların uçarılık hakkı elinden alınmıştır. Ne okuduğu askerî okulu bırakabilir ne de bir yetişkin olarak mezun olduğunda icrâ etmek zorunda kalacağı mesleğini… Okulu terk etmenin yaptırımı nispeten daha düşüktür: Okulda okunulan sürenin matematiksel hesaplamalardan sonra paraya dönüştürülmesi ve büyük ihtimâlle garibân olan âilenin önüne devâsâ bir toplam olarak konulması. Öyle rakamlar devrilir ki âilenin üzerine, çocuk bunun altında kalmamak için “katlanmayı” öğrenmeye başlar. Herkesin kendisini asker olarak doğduğunu zannettiği bir histeri coğrafyasında yaşanacak sosyal baskılar da cabası…
Oysa ki esâs uçurum mezuniyetten sonradır: Okuldan mezuniyet yolu ile ilişikleri kesildiği ilk günden itibâren bilmelidirler ki 10 yıl boyunca üzerilerindeki üniformayı çıkartmak gibi bir “lüksleri” yoktur. Çocuk çağlarındaki o heyecânlı ve sarsak cevâbın hayatlarına takılmış bir pranga olduğunu fark ettiklerinde çok geç kalmışlardır. Artık ne istifâ edebilir ne de kapıyı vurup çıkabilirler. Aldıkları üç kuruş maaşı ve özlük haklarını dahi terk edip gidemezler. Âmirleri konumundaki komutanlarının dikenli vicdânlarına, astlarının iyi niyetine ve devletin temyizsiz insâfına bırakılmışlardır. Her ne yaşarlarsa yaşasınlar, kapıyı vurup çıkamayacaklarını bilenlere katlanmak zorundadırlar.
Dahası; askerlikten başka bir yaşayışın hayâlini dahi kuramazlar. Fikir değiştirmek, hayatın sürprizlerini yaşamak, sıkılmak gibi hiçbir “insanî güdüleri” olamaz.
Ete kaynayan bu üniformadan kurtulmanın hiç mi yolu yok?
Üniformaları, etlerine kaynamıştır.
Üniformayı etinden soymak isteyenler, yani kendince istifâ edenler ise önce disiplinsizlik nedeniyle Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden atılmakta, hemen sonrasında firâr suçu kapsamında yargılanıp yaklaşık 10 ay hapis cezâsı almakta ve üstüne okul ve meslek süreleri boyunca kendilerine verilen görevleri ifâ etmeleri için devlet tarafından harcanmış paraların yine kendilerinden fâizi ile birlikte tazmini ile yüzleşmektedirler.
En temel insan haklarından olan çalışma özgürlüğünün kapsamında yer alan “kişinin çalışmak istediği işi seçme ve çalıştığı işten hukuk çerçevesinde ayrılma hakkı”, onlar için koca bir yalandır.
Sizin gibi sivil olarak büyüyen çocuklardan bir kısmı hukukçu olup askerlik görevini ifâ etmeye gittiklerinde, görev yaptıkları birliklerinde kendilerine her rütbeden asker “çocuk” tarafından fısıltı ile sorulan şu soruyu mutlaka duymuşlardır: “10 yılımı doldurmadım. İstifâ edip gitme hakkım yok mu? Hiç mi yolu yok?”
Ve sonra çocukluk heyecânı ile “Asker!” cevâbını vermiş üniformalı kölelerin bu korkulu fısıltıları, ordu yapısı içinde bir yılan zehri gibi yayılmış ve koca yapıyı da içten içe çürütmüştür. Kaybolmuş küfür dolu hayatların köleliği üzerine kurulmuş her sistem gibi bu yapı da, bir “hoca üfürüğü” ile yıkılmıştır.
Ne Anayasamızın “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır” diye hükmeden 18. Maddesi, ne devletin altına mührünü bastığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ne de her insanın özünü teşkil eden vicdân ve eşitlik hissi, bu köleliğin karşısında yıllardır sesini çıkarabilmiştir. Görevine gönül bağı ile bağlı olmayan bir insanın ne kadar verimsiz ve hatta zararlı olabileceğini bile düşünmekten âciz bir zihniyetin paslı kılıçlarının tehdidi altında yaşanan yüz binlerce yaşamın hesâbını ise sivil büyümüş ve hukukçu olmuş çocuklar soracaktır.