“Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu.”
Siyaset felsefesinin en önemli sorularından birisi “ideal düzen var mıdır?” sorusudur. Toplumsal düzeninin gerekliliği ve bireyin özgürlüğü sorunlarını kendisine temel alan siyaset felsefesi; karmaşa, düzen, ütopya veçhelerine ayrılır. “İdeal bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarım; hayali bir toplumsal sistem sunan yazın türüne Ütopya” (1) denmektedir. Bu yazın türü düşsel bir ürün olmanın yanı sıra salt düş ve fantezilere hitap eden gerçeklikten tamamen kopuk olarak değerlendirilemez. Bir ütopya ortaya koymak gerçek dünyayı iyice kavramayı, çözümlemeler getirebilmeyi, gerçek dünya ve düş dünyası ile ilişki kurmayı gerekli kılar, bu gereklilikler düşsel bir yapının doğmasını sağlar. Gerçeklikten aldığı en güzel pay ile düşsel yolculuğuna çıkan birey kendi zihinsel izdüşümünü yaratır ve bireysel bir kaçışın gerçekleştirilmesini sağlar. Ütopyalar aynı zamanda istenilen, ideal düzen tasarımlarıdır. İdeal düzen tasarımları olarak karşımıza çıkan düşünce tarihinin belli başlı ürünlerine: Platon’un “İdeal Devleti’’i, Farabi’nin “Erdemli Toplum’’ u, Campanella’nın “Güneş Ülkesi’’, Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis’’i örnek gösterilebilinir. Geleceğe yönelik tasarımlarımızı var ettiğimiz diğer bir alan ise istenmeyen (korku) ütopyalarıdır, “distopya”. Distopyalar okuyucuya, kötülük ve karanlık bir gelecek ve çoğunlukla, kast, devlet yapıları, totaliter yapılar altında ezilen bir tablo sunar. İnsanlığın yozlaşması, insani değerlerin alaşağı edilmesi, devletlerin bloklaşarak despotik yönetimlere dönüşmeye yüz tutması gelecekte insanları nelerin beklediğini betimleyen korku ütopyaları tasarlamayı doğurur. Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, George Orwel “1984’’ü bu türden istenmeyen ütopyalara örnek olarak verilebilir. Konuları ve ortaya çıkışları neredeyse birbirine benzer sebeplerden doğmuş olan klişeleşmiş distopyalara karşın gerçekliğini, olabilirliğini hesap edemeyeceğimiz ve okurken baş ağrısına neden olacak bir eser olan feminist distopya olan “Damızlık kızın öyküsü”nden bahsedeceğiz.
2017’de Alman Kitap Basım ve Yayıncıları Derneği Borsa Birliği tarafından barış ödülüne layık görülen Margaret Atwood şimdilerde “altın küre” ödüllü The Handmaid’s Tale, “Damızlık kızın öyküsü” adlı romanı ile kendisinden söz ettirmektedir. Atwood romanında “ütopya” ve “distopya” kavramlarının birleştirerek kendine özgü bir bilim kurgu olan romanını “üstopya” kavramı ile tanımlıyor. Doğan kitap aracılığı ile yayınlanan ve 10. baskısına ulaşan “Damızlık kızın öyküsü” adlı roman, aynı zamanda Blu tv aracılığı ile 10 bölümden oluşan nefes kesen ve adeta her hücremizde korku yaratan birinci sezon ile karşımıza çıkmıştır. Okuyucuları tarafından feminist distopya olarak adlandırılan roman içerisinde yaşanılan zamanın yarattığı kaygıdan doğmuş bir üründür elbette. Önemli olan bu romana yalnızca doğduğu zamandan yani zamanın gerisinden bakmak değil, bugünden bakmaktır, Distopya’yı, üstelik feminist disyopya’yı oluşturan nedenlere, bize kötü ve karanlık bir gelecek sunan romanın içerisinde bulunulan dönemde neyin harekete geçirdiğine bakmak, bakarak anlamaya çalışmaktır. Hayattaki hangi güvensizlik, hangi başarısızlık, hangi korku, kaygı, trajedi ve kaos’ dan doğduğuna bakmaktır. Çünkü her olay, olguların etkileşimini içerir ve bu etkileşimin sonucunda varlık bulur.
“Damızlık kızın öyküsü” romanında; bir sabah uyandığında kendini derin bir hiçliğin ortasında bulur kadın, yok olmuştur sanki daha önce hiç var olmamış ve hep bir rüyada yaşamış gibi. Kadına bir canlı olduğunu, insan olduğunu unutturan ve sorgulatan, kadını; adı, düşüncesi, benliği, iradesi, duyguları, arzuları olmayan yalnızca iki bacağı arasında rahmi olan bir varlık olarak tanımlayan iliklerimize kadar hissedip tüylerimiz ürpererek okuduğumuz bir romandır. Kısırlık salgın bir hastalık gibi yayılmış darbe yapılıp yönetim ele geçirilmiştir, yeni yönetime göre hamile kalabilen kadınlar (yani tanrının çocuk doğurmasına izin verdiği kadınlar) ailelerinden, yaşamlarından koparılıp bir “damızlık” olarak yetiştirilmektedir. Baştan aşağı kırmızı elbise, ayakkabı, eldiven ile kaplanıyor “damızlık kadınlar” kan rengi onları belirliyor başlarında ise beyaz kanatlar yer alıyor tıpkı at gözlükleri gibi görmeleri ve görülmelerini engelleniyor yalnızca yere bakabilmelerine izin veriliyor, gökyüzünü göremeyecek derecede sınırlandırılmış olan at gözlükleri ile gökyüzüne bakmak, tamamıyla görmek yasak. “Sakınma özgürlüğü” olarak adlandırılıp öğretilen, içerisinde bulunulan bu durum aslında hiçliktir, hiçbir oluşun gerçekleştirilememe halidir.
Damızlıklar henüz çocuk sahibi olmayan, kendilerine çocuk doğuracakları evlere yerleştiriliyor, zengin erkeklere tahsis ediliyorlar her doğumdan sonra yeni bir eve geçiyorlar. Onlarla dost olmak, konuşmak, sohbet etmek, göz teması kurmak yasak, kimse gerçek adlarını bilmiyor adlarından bile yoksun bırakılıp yerleştirildikleri evin komutan ve eşinden alıyorlar her seferinde adlarını. Evin sahibi için gereksinimden öte bir anlamı olmayan damızlık kadın (kutsal ve yüce değerlere sahip olduğu söylenmesine karşın) hamile kalana kadar iyi yaşama halini dahi hak etmiyor, yalnızca hamile olduğu sürece taşıdığı değer bakımından anlam buluyor. Kapalı bir hapishanede yalnızca ev sahipleri hangi ölçüleri belirler ise o ölçülerde yaşayabiliyorlar, tıpkı sırtındaki ipi çektiğin zaman konuşabilen, hareket edebilen bebekler yahut sen nasıl hareket ettirirsen öyle hareket edecek olan gibi bir yaşam sürüyorlar. Yaşamın her anında kurallar, bu kurallara herkesin uyabilmesi için etrafta kim oldukları bilinmeyen göz’ler ve muhafızlar var. Yalnızca damızlık kadınlar değil, bütün kadınlar yaşam alanlarından çekilmiş, sınırlandırılmış ve öteki cins konumuna itilmiştir. Neyi kullanabilecekleri, neyi yiyebilecekleri, içebilecekleri dahi belirli sınırlar içerisine alınmış ve eşlerine göre giyindikleri elbise renkleri ile sınıflandırılmışlardır
Yalnızca market alışverişini yapmak üzere evden en yakın evdeki damızlık kadın ile dışarı çıkabilmek için geçiş belgelerini muhafızların kontrolüne sunarak hareket edebiliyorlar, her yerde onları ve diğer insanları gözlemleyen makineli tüfekli adamlar, kameralar, koyu renk camlı minibüsler ve muhafızlar var. Hiç kimse belirlenen, onlara çizilen yaşam standartları dışına çıkamaz ya da çıkmaya çalışamazdı, kurallara uymayanlar ya da bu kurallardan kaçanlar ise infaz edilir, bedenleri günlerce en işlek caddelerde mümkün olduğu kadar çok insan onları görme şansına sahip olsun diye sergilenir ve boyunlarına neden idam edildiklerini gösteren yaftalar asılır. Böylece hiç kimse kurallara karşı gelme istencinde bulunamaz. Yaşanılan bütün durumlar tanrının birer yaratımıymış gibi açıklanır “Tanrı bizi izliyor.”, “Tanrı gözetsin”, “Tanrı meyveyi kutsasın.”, “Tanrı yolunu açık kılsın.” cümleleri her konuşmada ve bütün diyaloglarda kullanılır. Damızlık kadının yaşadığı her tecavüz, önce evin sahipleri (karı –koca) ve evde yaşayan hizmetliler eşliğinde komutan’ın “Ve Rahel Yakup’a çocuk doğuramayınca, ablasını kıskanmaya başlar. Yakup’a, “Bana çocuk ver, yoksa öleceğim” dedi. Yakup Rahel’e öfkelendi. “Çocuk sahibi olmanı Tanrı engelliyor. Ben Tanrı değilim ki!” dedi, “ onunla yat, benim için çocuk doğursun, ben de aile kurayım.” Tekvin, 30: 1-3 (2) satırlarını okuması ile başlar. Kadının bu romanda yaşamdaki tek gerçekliği erkeklerin söylemelerine, belirlenen sınırlara uymak, içerisinde bulunulan savaş ve doğurmak, yani üremedir. İnsanın kendi varlığını gerçekleştirmeye dönük istenci ile yaratacağı özgürlüğü ise yaşanılan gerçekliğin çok uzağındadır.
İnsanlar bütün insanlık değerlerinden, eskiden var olan yaşamlarından, unvanlarından kopartılmış salt bir nesne olmuştur. Bu romanda anlatılanlar zihinde bir yanı ile “Schindler’in listesi” filmini ve Yahudi halkının yaşadıklarını anımsatıyor, insanların bütün değerlerini, vasıflarını yitirip her türlü insani yaşam ve hak ihlalini yaşadığı ve hiçleştiği, insanlık dışı zamanları… diğer yanı ile de George Orwell’ın üzerine pek çok şey söylenebilecek 1984 adlı romanını canlandırıyor: mutluluğun, umudun, barışın olmadığı yalnızca otorite, baskı, güç ve kaos’un olduğu bir yaşam düşünmek, arzulamak, kendi istencine göre hareket etmenin suç olduğu romanda yaşamının her alanını ve senin varlığını belirleyen tek bir güç var kadını, erkeği, yolda duran taşı dahi o belirler, o karar verir. İnsan ve onun varlık bulduğu bir yaşam yoktur. “Damızlık kızın öyküsü” romanı bu iki duruma pek çok noktadan benzerlik göstermek ile birlikte feminist distopya olması nedeni ile kendi özgünlüğünü korumaktadır.
Geleceğe yönelik okura iliklerine kadar hissedilecek korkunç bir gerçeklik sunan feminist distopya geleceğe dair bir paranoyayı değil içerisine doğduğumuz ve anını yaşadığımız toplumsal cinsiyetçi, erkek egemen, muhafazakâr gerçeklikleri keskin hatlar ile vurguluyor. Damızlık kızın öyküsü gerçekten karşımıza çıkabilecek en korkunç distopya iken bu romanı o kadar korkunç yapan şey ise gerçek dışı olmayışıdır. İçerisinde bulunduğumuz toplumda kadına karşı gösterilen yaklaşım verilen değer ve romanın darbeden önce ve sonraki süreçlerden kesitler vermesi aklımızda hiç de imkânsız olmayan bazı korkunç gerçeklikleri, bugün ve gelecek düşüncesini doğuruyor. Önemli olan kendi gerçekliğimiz içerisinde yarını bugünden fark etmek ve bilinç savaşımını gerçekleştirmektir.
Okunmasını ve sonrasında izlenmesini tavsiye ediyorum…
Dipnotlar:
1. Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma yayıncılık, İstanbul Ocak 2013, s. 1576.
2. Atwood Margaret, Damızlık kızın öyküsü, Doğan kitap yay., İstanbul Şubat 2018, s. 9.
Başlık görseli, görsel 1, görsel 2
Kaynak: Atwood Margaret, Damızlık kızın öyküsü, çeviren: Sevinç Altınçekiç – Özcan Kabakçıoğlu, Doğan kitap yay., İstanbul Şubat 2018.