27. Uluslararası Ankara Film Festivali’nin ilk üç gününde sinemaseverler hem yerli hem de yabancı sinema seçkileriyle buluşma imkânı yakaladı. Uzaklarda Arama, Love – Aşk, Ötedekiler ve Happy Hours filmlerine dair değerlendirmeleri yazımızda bulabilirsiniz.
Uzaklarda Arama: Türkan Şoray
Türk Sineması’nın simge ismi Türkan Şoray’ın Yeşilçam için verdiği emeklerin değeri sonsuza kadar hissedilebilecek boyutlardadır. Pek çoğumuz kendisini oyunculuğuyla anıyor olsak da, 1972 yılında yönetmenliğini yaptığı Dönüş filmi ve ardından gelen diğer yapımlar usta aktristin kamera arkasında da neler yapabileceğini açıkça kanıtlamıştır.
Akabinde gelen uzun yıllar ise Şoray’ın yönetmenlik kariyerini bir köşede bekleterek geçirmesine tanıklık etti. Lakin kızı Yağmur’un bir yapım şirketi açmasıyla birlikte “Sultan” lakaplı yıldızın yönetmenlik koltuğuna yeniden oturacağı haberini 2014 yıllarının sonuna doğru aldık. Uzaklarda Arama ile bir grup pavyon çalışanının ötede kalan bir kasabaya taşınmasıyla birlikte başına gelen trajikomik olayları anlatan yönetmen, filminin her sahnesine buram buram yeşilçam havası sığdırmış.
Uzaklarda Arama’nın senaryo kısmında İtirazım Var ve Sen Aydınlatırsın Geceyi gibi son dönem Türk sinemasında başarılı işlere imzasını atan Onur Ünlü bulunuyor. Ancak karanlık sonlarla biten filmleriyle nam salan Ünlü’nün Uzaklarda Arama için aşırı iyimser bir senaryo çıkarması ilk 40 dakika rahatsızlık vermese de, sonuca doğru giden kısımlarda bir takım aksaklıkları da ortaya çıkarmaya başlıyor. Daha sonra duyuyoruz ki net belirtilmeyen nedenlerden dolayı Ünlü, filmin senaryosunu yarıda bırakmak zorunda kalmış. Filmin bu durumunu göz önüne aldığımız zaman ise herhangi bir sinema filminin yapım aşamasında başına gelebilecek en can sıkıcı gelişmesi yaşandığı için bazı eksiklikleri göz ardı edebiliriz. Lakin yine de bu tarz eksikliklerin yönetmenlik ile oyunculukların başarılı performansıyla titiz bir şekilde geriye itildiğini söyleyebiliriz. Mustafa Uğurlu’nun liderliğinde içten performanslarla şekil alan oyunculuklar, dönemin pavyon kültürü ve etrafındaki insanlara olan bakış açısını bir hayli etkili kılabiliyor.
Uzaklarda Arama’nın en naif bölümü olarak ise Türkan Şoray’ın iki saniyeliğine de olsa göründüğü sahneyi gösterebiliriz. Öyle ki usta sanatçının beyaz perdeye kısacıkta olsa atmış olduğu o bakış kendisinin ne denli mükemmel bir oyuncu olduğunu bininci kez kanıtlamış oluyor. Tabii bununla birlikte ortaya çıkardığı işe duyduğu özveri başarılı kamera açılarıyla fazlasıyla ekrana yansıyor ve bizler ister istemez Şoray’ın yönetmenlik kariyerini devam ettirmesi yönünde hemfikir oluyoruz.
Love – Aşk: Gaspar Noe
Arjantinli yönetmen Gaspar Noé için aşırı gerçekçi bir sinema dehası tanımını yapabiliriz. Festivalin şu zamana kadar ki en sert sayılabilecek filmlerinden biri olan Love – Aşk üzerinden yakaladığımız her sahnede, insanoğlunun gerçek aşka olan açlığı, tatminsizliği ile tahammülsüzlüklerine tanıklık ediyoruz. Ülkemizin vizyon programında gösterilmesi neredeyse imkânsız olan Love – Aşk’ın konusu her ne kadar klişe bir vicdan azabı üzerinden ilerlese de, ortaya çıkartılan sinemasal estetiklik mevcut alt metinlerle harika bütünleşiyor.
Love – Aşk filminde herhangi bir yılbaşı sabahında eski aşkı Electra’ya duyduğu özlemle uyanan Murphy’nin bir gün içerisine sığdırdığı iki yılı izliyoruz. Murphy artık evlidir ve bir tane de çocuğu vardır. Lakin Electra ile yaşamış olduğu aşkın izleri her zaman ruhunun bir köşesinde yer edinmiştir. Tüm bunların üstüne sabah uyandığında Electra’nın annesinden almış olduğu sesli mesaj ise söndü zannedilen alevin yeniden körüklenmesine sebebiyet veriyor. Filmin farklı sekanslarda ve geri dönüşlerle ilerleyen sahnelerinde aşkın insanlar üzerinde ne denli sınırsız boyutlara ulaşabileceğine bazen kurmaca, bazen de belgesel tadında bir estetiklikle tanıklık ediyoruz. Pornografik ögelerin fazla oluşu ise Love – Aşk filmini rahatsız edici boyutlara taşımaktan ziyade; yönetmenin kadraj estetikliğini fazlasıyla perdeye yansıtıyor. Keza her sahnesinde renkler ile kamera açılarının uyumlarına hayranlıkla tanıklık ediyoruz. Her ne kadar her kesim sinema seyircisinin kolayına kabul edemeyeceği bir tür olsa da, Love – Aşk 27. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin en başarılı seçkilerinden biri olmaktadır.
Ötedekiler
Kurmaca – belgesel tarzında ilerleyen ve Obama yönetimini yerden yere vuran Ötedekiler, İtalyan yönetmen Roberto Minervini imzasını taşıyor. Herkesin kafasında oluştuğu bilindik Amerikan Rüyası kavramına gerçekçi bir üslupla değinmeye çalışan yönetmenin filmi ilk başlarda bu amacını yolunda gerçekleştirmeyi başarıyor. Lakin bir süre sonra sahnelerin gereksiz yere uzatılması ve karakterlerin kendisini seyircisine çok fazla yansıtamaması, filmi anlatmak istediği derdin uzağına taşıyarak büyük bir çıkmaza sürüklemiş. Tabii bu süreç içerisinde yüzümüzü güldürecek bazı anların olmadığını da asla inkar edemeyiz. Ancak yönetmenin son 20 dakika içerisinde izlenilen hikâyeden koparak filmi başka bir öykü sekansına taşıması ortaya ayrı bir çıkmazlığı çıkartmış.
Aslına bakacak olursak film bir yönüyle gerçekten cesur bir duruş sergilediğini söyleyebiliriz. Hatta Obama üzerinden dönen geyikler ile hakaretlerin ardı arkası kesilmeden ilerlemesi bizlere bir ara acaba bizim ülkemizde böyle bir film çekilse nasıl olurdu sorusunu bile sordurtuyor. Lakin yönetmenin genel itibariyle anlatmak istediği meseleleri sürekli dolambaçlı yollara sürüklemesi filmini durağanlaştırmak öteye geçemiyor
Happy Hour
Kino 2016 Alman Filmleri bölümünde gösterime giren Happy Hour için festivalin şu zamana kadarki en tatlı seçkisi olduğunu söyleyebilirim. Kendilerinden kaçmaya çalışan orta yaşlı üç adamın bir haftalık tatillerini anlatan film; aynı anda hem naif ve hem de komik olmayı çok iyi başarıyor. Üstelik bu aşamalara ulaşırken de düz bir komedi filminde var olan taşkınlıklar ile durum komedilerinden olabildiğince uzak kalarak seyircisine içten bir öykü sunuyor.
HC karısı tarafından terk edilmiştir. Onun bu mutsuzluğunu gören 2 yakın arkadaşı ise kafasını dağıtmak ve eski günleri yad etmek adına tatile çıkarlar. Orada hayat hala eskisi gibi çok özgürdür. Şarhoş olmak, balık tutmak ve çıplak odun kesmek çok eğlencelidir. Ama araya giren yapmacıklık bu üç eski arkadaşın aralarındaki bağı yeniden sorgulamalarına sebebiyet verecektir. Arkadaşlık bağlarını neşeli bir istikametle ilerleten Alman yönetmen Frans Müller, küçük bir İrlanda kasabasına sığdırdığı öyküsünde birey olma ve gerçek hislere ulaşma meselesini bir hayli eğlenceli anlatıma dönüştürüyor. Özellikle de tek bir karaktere odaklanmaktan ziyade birbiri ardı insan yansımalarına odaklanan yönetmen, hoş müzik ezgileri eşliğinde izleyenlerin yüzüne tebessüm saçmayı başarıyor.
Gülümseyerek etrafına neşe saçan insanların en derinlerinde saklamış oldukları hüznü bizlere yorucu olmayan bir sinema anlatısıyla yansıtan yönetmen, izleyenlerine karakterle özdeşleşme ve nefret etme imkanı tanıyor. Neşe verici, acı dolu ve bir o kadar da komik olmayı başaran Happy Hour; seçim yapanların asla pişman olmayacağı bir film olabilir. Özellikle final sahnesine doğru daha da belirginleşen kişinin öz benliği dışında her şeyi olabilme potansiyeli, filmi gönüllerde çok özel bir yere taşıyacaktır.