Uyarı: Spoiler içermektedir.
Peaky Blinders’ın yaratıcısı Steven Knight, dizideki kadın karakterleri bağımsız, çok yönlü ve güçlü karakterler olarak tasarladığını söylüyor. Peki bu konuda gerçekten başarılı olduğunu söyleyebilir miyiz?
RadioTimes’a verdiği bir röportajda: “Birinci Dünya Savaşı döneminde kadınların iş hayatındaki etkisi çok büyüktü. Erkekler savaştayken, kadınlar iş yerinde düzeni mükemmel bir şekilde devam ettirdiler. Fakat savaş bittikten sonra, kadınların iş hayatındaki yerlerini erkeklere iade etmesi gerektiğini söyleyen yasa çıkarıldı. Kadınlar aniden çalışma hayatından sürüldükleri için neye uğradıklarını şaşırdılar. Bunu ekrana yansıtmak istedim” diyen Steven Knight sözlerine şöyle devam ediyor: “Thomas Shelby için işleri bir kadının ya da erkeğin yapmasının farkı yok. Onun umrunda olan tek şey kararları zeki insanların vermesi ve geriye kalanların bunları yerine getirmesi. İşte bu yüzden Shelby ailesinde zeki ve güçlü kadınların zirvede olması şaşırtıcı değil.”
Dizide gördüğümüz ilk kadın, aynı zamanda dizideki en baskın kadın karakter olan, etrafındaki herkesi çekip çeviren, bana göre ailenin asıl reisi, Polly Gray. Polly erkekler savaştayken kaleyi ayakta tutan kişi aynı zamanda. Bir yandan kaya gibi sert, korkusuz ve gözüpek; sevdikleri için yapmayacağı şey yok. Diğer yandan acılarla dolu bir geçmişi var, çocukları elinden alınmış ve bununla yaşamaya mahkum bırakılmış bir anne. İkinci sezonda oğlu Michael’a kavuşuyor ve daha önce görmediğimiz “anne” tarafını görüyoruz. Oğlunu hapisten çıkarmak için Başmüfettiş Campbell tarafından tecavüze uğruyor ve ilerleyen sahnelerde Campbell’ı öldürerek intikam alıyor. Dolayısıyla Polly dizide kimi zaman “kurban” kimi zaman “cellat” oluyor. Polly’nin güçlü karakter yapısı; yeri geldiğinde duygusal ve şefkatli, yeri geldiğinde acımasız ve korkusuz olabilmesi Helen McCrory’nin kusursuz performansıyla birleşince elinizde olmadan karaktere aşık oluyorsunuz. Attığı adımları her zaman onaylamasak da, yaptığı seçimler ve sonuçları karşısında dimdik ayakta durması ve erkek egemen bir dünyada ayakta kalabilmek için verdiği mücadele bize dönemin kadınlarının hayatlarından muhteşem bir kesit sunuyor.
Dizide sağlam yazılmış, karakter gelişimini gördüğümüz bir başka kadın karakter ise Tommy’nin gerçek aşkı Grace Burgess (Shelby). Grace diziye adım attığı ilk andan itibaren cesur ve zeki hamleleriyle bizi şaşırtıyor ve ne zaman ne yapacağını kestiremeyeceğimiz bir karakter sergiliyor. Peaky Blinders’a korkusuzca sızan bir ajan olarak izlediğimiz Grace, polise teslim etmesi gereken gangstere aşık olunca işler değişiyor. Tommy Shelby’i teslim etmeyerek devlete; Başmüfettiş Campbell’ın evlilik teklifini reddederek de toplumsal normlara ihanet eden Grace, yaptığı seçimin sonuna kadar peşinden giden güçlü bir kadın portresi çiziyor.
Karakter gelişimini belirgin bir şekilde gördüğümüz kadınlardan biri de Lizzie. Önceden seks işçisi olan Lizzie’nin iş hayatına atılmasıyla birlikte bağımsız ve güçlü bir kadın olarak yükselişini görüyoruz. Ne yazık ki bu durum uzun sürmüyor. Tommy ile uzun zamandan beri devam eden friends with benefits ilişkilerinin süreceğini ve arkadaş kalmaya devam edeceklerini düşünürken birden hamile olduğunu öğreniyoruz. Dördüncü sezonun sonlarına doğru Lizzie, Tommy’e hamile olduğunu ve doğurmakta kararlı olduğunu söylüyor. Tommy’nin karşılığında Sana ev açarım, seni karnında çocuğumla çalıştırmam, koruyup kollarım demesi üzerine Lizzie’nin uğradığı hayal kırıklığını yüzünden okuyoruz. Tommy’e uzun zamandır aşık olduğunu zaten biliyorduk, ama sevilmediğini bildiği halde Tommy ile aile kurmak istemesi ve onun isteği doğrultusunda çalışmamayı seçmesi kesinlikle Lizzie’den beklemediğimiz bir hareketti.
Gelelim dizide yer alan yan roldeki kadın karakterlere, onların da kendilerine özgü karakter gelişimini görebiliyor muyuz? Yoksa stereotip olmaktan öteye geçemiyorlar mı?
Dizideki tüm kadınların Tommy Shelby ile yolunun kesişmesi çok doğal, kendisi dizinin başrolü. Peki diziye katılan ve Tommy ile yolu kesişen her kadın karakterin, gerçekten güzel ya da seksi olması bir tesadüf mü? Hadi tesadüf diyelim, peki tüm bu kadınların (Grace, May, Düşes Tatiana ve Jessie Eden) Tommy’den hoşlanıp onunla yatmasına ne diyeceğiz?
Diziye giren ve işlerin gidişatını değiştirme potansiyeline sahip güçlü ve zeki her kadın karakterin soluğu Tommy’nin yatağında alması karakterleri yüzeyselleştirdiği gibi aklımıza şu soruyu getiriyor: “Yan roldeki kadın karakterler senaryoya Tommy Shelby tarafından baştan çıkarılmak için mi dahil ediliyor?”
Tommy’nin şeytani derecede zeki ve manipülatif bir karakter olduğununun hepimiz farkındayız, fakat başta gerçekten güçlü, bağımsız ve zeki olduğunu düşündüğümüz kadın karakterlerin hepsi mi etkileniyor bu adamdan? Acaba Steven Knight “Shelby olmayan her kadın Tommy’e aşık olacak bu dizide” diye bir kural koydu da bizim mi haberimiz yok.
Diziye en son katılan kadın karakter Jessie Eden, 1926 yılında Birleşik Krallık’ta düşük maaş ve kötü çalışma şartlarına karşı düzenlenen, 1 milyondan fazla insanın katıldığı genel grevin ana kahramanlarından biri olan tarihi bir kişilik. Fakat dizide Tommy tarafından baştan çıkarılıp maşa olarak kullanılmaktan öteye gidemiyor. Ada Thorne’un deyimiyle Tommy Shelby’nin “devrimi çüküyle kurtarması” ve Jessie Eden gibi güçlü ve potansiyeli yüksek bir karakterin seks objesine dönüşmesi dizinin anti-feminist bir yaklaşım sergilediğine yönelik en büyük göstergelerden biri.
Yan roldeki kadın karakterlerin sadece Tommy’nin seks hayatı üzerinden yürüyebilmesi, başroldeki kadınların güçlü temsiline rağmen, kadınları sığlaştırıyor ve senaristin kadınları yazmakta ne kadar başarılı olduğunu sorgulamamıza neden oluyor. Her yeni kadın karakter başrol tarafından çekici bulunacak şekilde tasarlanıyor ve eninde sonunda başarısız olmaları gerekiyor. Eğer bunun arkasında dizinin yaratıcılarının Thomas Shelby’nin otoritesinin sarsılacağı düşüncesi yatıyorsa Peaky Blinders’ın anti-feminist bir yapım olduğunu düşünmemek elde değil.