“Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o”
Vincent Willem Van Gogh
Post empresyonizm akımının öncüleri arasında yer alan Vincent Willem Van Gogh, hayatta kalma savaşı ile ressam olma yolundaki mücadelesini birleştirmek zorunda kalmış ve 37 yılı kapsayan kısa yaşamı süresince tamamladığı çalışmalarla modern resim sanatının gelişimine yön vermiştir. Ancak günümüzde Van Gogh’un eserlerinin dünyanın en görkemli müze ve galerilerinde sergilenmesi, ruhsal bunalımları sonucunda yaşadıklarının sanat üretiminin önüne geçerek isminin delilikle özdeşleşmesi Van Gogh’u popüler kültürün bir parçası haline getirmiş; yaşadığı ruhsal bunalımların arkasındaki nedenleri ve mücadelesini gölgede bırakmıştır. Bu çalışmanın temel amacı Van Gogh’un ressam olma yolundaki mücadelesini, yaşamındaki dönüm noktalarını ve intiharına neden olan etmenleri; çalışmaları ve kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplar aracılığıyla dönemin konjonkturünü referans alan bütüncül bir yaklaşımla irdelemektir.
1853 yılı Van Gogh’un dünyaya geldiği yıl olmasının yanı sıra Avrupa’da siyasi, ekonomik ve toplumsal yapının yeniden şekillendiği bir dönem olma özelliğini taşımaktadır. 1804 yılında Napolyon’un kendini Fransa İmparatoru ilan etmesi, 1804 – 1815 yılları arasında süren Napolyon Savaşları, 1830 İhtilalleri ve başarısızlıkla sonuçlanan 1848 Devrimleri’nin ardından 1789 Fransız Devrimi’nin idealleri ve cumhuriyetin kazanımları sadece Fransa’da değil bütün Avrupa’da sönümlenmiştir. Aynı dönemde hızlı endüstrileşme ve iş gücü ihtiyacına bağlı olarak kırdan kente göçün artması sonucunda, Paris’in nüfusu yarım milyonu, Londra’nın nüfusu bir milyonu aşmış, Liverpool, Manchester gibi fabrikaların yer aldığı yerleşmeler sanayi kentleri olarak ortaya çıkmıştır. Hızlı kentleşme ile nüfus yoğunluğunun artması, konut yetersizliği ve eksik alt yapı ile birleşerek, ulaşım, barınma ve sağlık problemlerinin artmasına neden olurken kentlerin yeniden planlanması gündeme gelmiştir. Buna bağlı olarak dönemin insanının yaşayışının, çalışma koşullarının ve dünyadaki konumlanışının değişmesi yeni kent yapısının oluşmasında belirleyici olmuş ve modern kentlere bağlı olarak modern kültür yükselmeye başlamıştır.
Ancak din sömürüsünün yerini emek sömürüsünün aldığı, endüstrileşmenin bütün yıkıcı etkisini işçi sınıfının üzerinde hissettirdiği, burjuva sınıfı zenginleştikçe işçi sınıfının fakirleştiği Avrupa’da komünizm hayaletinin dolaşması nedensiz değildir. 1789 Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi’nin yol haritasını çizdiği 19. yüzyıl Avrupası’nda aydınlanma düşüncesi ve modernite insanlığın tarihsel süreç içinde eşi benzeri görülmemiş şekilde ilerleyişini sağlamasına karşın kapitalist düzenin yarattığı çelişkileri ortadan kaldıracak bir reçete sunamamıştır. 1848 Devrimleri’nin başarısızlıkla sonuçlanması ise kırılma noktası olmuştur. Söz konusu atmosfer Avrupa’yı etkisi altına aldığı gibi resim sanatını da doğrudan etkilemiş, idealizm ve pozitivizm yerini realizme bırakmıştır. Ateşli bir cumhuriyetçi olan Gustave Courbet’nin “Taş Kırıcılar”, “Ornans’ta Cenaze” ve Jean François Millet’nin “Başak Toplayanlar”, “Ekmek Pişiren Kadın” gibi çalışmaları bu dönüşüme örnek olarak gösterilebilir. Courbet ve Millet resimlerinde sıradan insanların gündelik hayatını ve çalışma koşullarını yansıtmasının yanı sıra dönemin sanat anlayışını reddederek resmetmeye değer olan unsurun “emek” olduğunu vurgulamışlar, işçileri ve köylüleri resmin öznesi haline getirmişlerdir.
Dolayısıyla Hollanda’nın Zundert kasabasında doğan Van Gogh; modern kentlerin gelişme sürecinin başladığı, sınıf farkının kalın çizgilerle belirginleştiği, insan hayatının modern yaşamla birlikte yeniden şekillendiği ve insanın hayatta kalma mücadelesinin resim sanatı dahil olmak üzere insanın var olduğu her alanda etkisini hissetirdiği bir dünyaya gözlerini açmıştır.
Van Gogh’un yaşamı boyunca iç dünyasında verdiği savaş hayatının ilerleyen safhalarında değil dünyaya geldiği 30 Mart 1853 tarihinde başlamıştır. Protestan papaz Theodorus Van Gogh ile Anna Carbentus Van Gogh’un en büyük çocuğu olan Vincent Willem Van Gogh’a kendisinden yaklaşık bir yıl önce ölü doğan abisinin ismi verilmiş, Van Gogh çifti yaşadığı trajedinin yükünü yeni doğan bebeklerinin omuzlarına yüklemiştir. Bu trajedi Van Gogh’un çocukluk döneminde kilisenin hizmetine girmek için babasının çalıştığı kiliseye doğru yürürken mezar taşında kendi adını görmesiyle birlikte travmaya dönüşmüştür. Ölüm kavramıyla algılayamayacağı bir gerçeklik vasıtasıyla yüzleşmesi ve ölü ağabeyinin yerini alması, hayatta kalmış olmaktan dolayı suçluluk hissetmesine neden olmuştur. Ölümle yaşam arasındaki sınırda defalarca kez yürüyen Van Gogh için ölümle yaşam arasındaki ayrımın muğlaklaştığını belirtmek gerekmektedir.
Van Gogh’u çocukluk döneminde derinden etkileyen ikinci gelişme ise ailesi tarafından eğitim alması için Zevenbergen’daki yatılı okula gönderilmesidir. Yuvayı güvenle özdeşleştiren ve evi “insan yuvası” olarak tanımlayan ressam 11 yaşında ilk yuvasından ayrılmak zorunda kalmıştır. 13 yaşında Tilburg’da lise eğitimine devam eden Van Gogh çizim yapmayı resim öğretmeni Constant Cornelis Huymans’tan 1866 – 1868 yılları arasında öğrenmiştir. 1867 yılına tarihlenen ve realizm etkisinin doğrudan gözlemlenebildiği “Küreğine Uzanan Adamın İki Eskizi” çalışması Van Gogh’un lise yıllarında tamamladığı çalışmalardan günümüze ulaşan tek örnektir. Bu noktada ailesi tarafından dindar bir birey olarak yetiştirilen Van Gogh’un 14 yaşında tamamladığı eskizin öznesinin işçi olduğu gözardı edilmemelidir. Resmettiği işçi gibi kendisinin de modern dünyadaki mücadelesi sanat taciri “Cent Amcasının” da ortağı olduğu Goupil ve Ortakları’nın galerisinde 16 yaşında işe girmesiyle birlikte başlamıştır.
1869 – 1876 yılları arasında amcası gibi sanat tacirliği yapan Van Gogh; Lahey, Londra ve Paris olmak üzere Goupil ve Ortakları’nın farklı şubelerinde çalışmıştır. Lahey’de çalıştığı 1869 – 1873 yılları arasında galeride satılan baskı resimler sayesinde bir çok başyapıtı tanımış, ilham aldığı Jean François Millet’nin temsilcisi olduğu Barbizon Okulu üyeleri de dahil olmak üzere farklı sanatçı grupları ve galerilerle temas kurma şansı yakalamıştır. Van Gogh’un kendi tercihi doğrultusunda veya zorunlu nedenlerden dolayı yaşadığı şehir, köy ve kasabalar hayatının yol haritasını belirlediği gibi duygusal deneyimleriyle de özdeşleşmiştir. Lahey’de çalıştığı dönemi tatsız olarak nitelendirmesine rağmen mektuplarında Lahey’de geçirdiği zamanları özlemle hatırladığını ve bu kenti ikinci evi olarak gördüğünü ifade etmiştir. Bunun temel nedeni 18 yıl süresince 600’ün üzerinde mektup yolladığı, iç dünyasını, kişisel bunalımlarını, sanata dair görüşlerini paylaştığı kardeşi Theo ile kurduğu dostluk ve sırdaşlık ilişkisinin filizlenmiş olmasıdır. 1881 yılında tekrar döneceği ikinci evinden 1873 yılında Londra’ya atanması nedeniyle ayrılmıştır. Ancak Van Gogh’un doğduğu dönemde var olan dünya ile 20’li yaşlarında var olan dünyanın aynı olmadığı ve mevcut krizlerin etkisini arttırarak hissettirdiği gözardı edilememektedir.
Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği ülkenin başkentine taşınan Van Gogh, 13 Haziran 1873 tarihinde kardeşine yolladığı mektupta Londra’da hayatın pahalı olduğundan, şehir merkezinde değil banliyöde yaşamak ve kasabada yemek zorunda olduğundan bahsetmektedir. Diğer yandan sanata beslediği tutku Van Gogh’un Ulusal Galeri (National Gallery), Victoria & Albert Müzesi ve kısa sürelerle görevlendirildiği Paris’te Louvre Müzesi gibi modern dünyanın yeni müzelerinde, yeniden organize edilmiş mekanlarında soluk almasını sağlamıştır. Londra’da hayatını zorlukla idame ettirirken sanata duyduğu ilgi nedeniyle deneyimlemekten keyif aldığı mekanları da sıklıkla ziyaret eden Van Gogh’un çelişkisi, modern insanın çelişkisinden bağımsız değildir. 1851 yılında 2.5 milyon nüfuslu Londra’da her beş kişiden birinin işçi olarak çalıştığı dönemde, modern mimarlığın ilk örneklerinden ve dönemin en görkemli yapılarından biri olan Crystal Palace inşa edilmiş ve Dünya Fuarı ilk kez bu mekanda düzenlenmiştir. 1851 ve 1862 yıllarında Londra, 1855 ve 1867 yılında Paris’te düzenlenen Dünya Fuarı toplumu ve büyük oranda işçi sınıfını içinde yaşadığı gerçeklikten kopararak bir illüzyon sunmuştur. Walter Benjamin’in “Dünya fuarları malın değiştirme değerini çarpıtır. Kullanım değerinin arka plana itildiği bir çerçeve yaratır, insanın zaman geçirmek için içerisine daldığı bir fantazmagori oluşturur.” ifadesi, Dünya fuarlarının oturduğu düzlemi ortaya koymaktadır. Ancak 19. yüzyılın fantazmagorisi sanat alanı ve dünya fuarları ile sınırlı değildir. Eski düzene özgü estetiği ve nitelikleriyle idealize edilmiş iç mekanlar, sergi salonları, pasajlar ve müzelerle işçi sınıfına ait olmayan bir gerçeklik onlara aitmiş gibi sunulmuştur.
Öte yandan 1860’lı yıllarda yükselen empresyonizm akımının temsilcileri olan, resimlerinde modern kentin gündelik yaşamını konu alan Edourd Manet, Edgar Degas ve Pissarro Renoir’nın 1870 yılında Fransa – Prusya savaşına katılmalarına rağmen savaşı konu alan bir çalışma yapmamış olmaları bu çelişkiye örnek olarak gösterilebilir. Tıpkı Van Gogh’un iç dünyasında ölüm ve yaşam kavramlarında olduğu gibi; rüya ve kabus, mutluluk ve hüzün, zevk ve ızdırap, aydınlanma ve sömürü kavramları modern dünyada iç içe geçmiştir. Elbette savaş, açlık ve yoksulluk gibi tiyatrolar, sergiler ve operalar da modern kenti ve modern hayatı oluşturan unsurlardır. Ancak belirtilmesi gereken husus Van Gogh’un da zıtlıkların bir arada barındığı dünyanın bir parçası ve bahsi geçen ikiliğin farkında olduğudur.
Van Gogh Lahey’deki işine kıyasla Londra’daki işinin yoğunluğunun az olması nedeniyle ziyaret ettiği müzeler dışında zamanını okuyarak, yürüyüşler yaparak ve mektup yazarak geçirmiştir. Ancak 1873 yılında kim olduğuna dair kesin kanıtlar olmamakla birlikte ilk aşkı Ursula Loyer veya kızı Eugenie Loyer tarafından evlenme teklifi reddedilmiş ve büyük hayal kırıklığına uğramıştır. Aynı yıl Theo Goupil ve Ortakları’nın Lahey şubesinde işe girmiş, Van Gogh kardeşi Theo’nun Londra’ya atanmasını ve birlikte çalışmak istediğini mektuplarında ifade etmiş fakat bu dileği gerçekleşmemiştir. Van Gogh sevgilinin tutkusundan, yakın bir dostun şevkatinden mahrum ve yalnızdır. Fakat sanılanın aksine hayata karşı umutsuz olmamış, çalışmaktan ve üretmekten vazgeçmemiştir. Hatta 13 Nisan 1875 tarihinde kardeşi Theo’ya yolladığı mektubun yanında yaptığı bir çizimi yollaması bu dönemde üretmekten vazgeçmediğini kanıtlar niteliktedir.
1875 yılının Mayıs ayında Goupil ve Ortakları’nın Paris şubesine atanan Van Gogh, 1876 yılının Mart ayında galeriden ayrılmış, İngiltere’ye geri dönmüş ve Ramsgate’te yatılı okulda öğretmen olarak işe girmiştir. Van Gogh’un Paris’te çalıştığı dönemde kilisenin hizmetine girdiği bilinmekte, buna bağlı olarak galeriden ayrılma nedeni din ile ilişkilendirilmektedir. Ancak galeriden ayrılacağı kesinleştiği süreçte dahi mektuplarında etkilendiği resimlerden bahsetmeyi bırakmadığı, işinin kilise ile olan bağı arasında bir engel oluşturmadığı göz önünde bulundurulduğunda sanatla iç içe olan işini din yüzünden bıraktığı önermesi mantıklı bir düzleme oturmamaktadır.
1876 yılında öğretmenlik ve vaizlik yapan, 1877 yılında Dordrecht’te kitapçıda çalışan, 1878 yılında teoloji eğitimi almak için Amsterdam’a giden ve eğitimini yarıda bırakan, 1878 – 1879 yılları arasında Borinage’da maden işçilerine vaizlik yapan Van Gogh, hayatta neyi iyi yapabildiğini ve neyi tutkuyla yapmak istediğini aramıştır. 3 Nisan 1878 tarihinde Theo’ya yazdığı mektupta yer alan “İçten, candan yaşayan, gerçek acılar ve hayal kırıklıklarıyla karşılaşıp da yıkılmayan adam, her işi rastgelen ve bir bakıma bolluk içinde ömür süren adamdan daha değerlidir.” ve “Güçlükler, dertler, her çeşitten engellerle karşılaşmamak güvenli olmak için bir neden değildir, kendimize kolay bir hayat düzenlemekten kaçınmalıyız.” ifadeleri Van Gogh’un mücadeleci ruhunu açıkça ortaya koymaktadır. Aynı mektubun devamındaki “Yoksulluğu seven, ona bağlı kalan insan büyük bir varlık taşır içinde, vicdanının sesini her zaman duyacaktır o.” ifadesi ise sanat tacirliğini neden bıraktığının ve nasıl ressam olmaya karar verdiğinin cevabı niteliğindedir. Van Gogh arayışının güvenli sularda sonlanmayacağını anlaması nedeniyle sanat tacirliğini bırakmış, sonuçlarından korkmamış ve istikrarsız geçen üç yılın ardından gerçek tutkusunun resim olduğunu kendisine itiraf etmiştir.
1880 yılında Anton Van Rappard’ın Brüksel’deki atölyesinde anatomi ve perspektif üzerine çalışan Van Gogh, İngiltere ve Belçika’da vaizlik yaptığı ve hayatlarına büyük ilgi duyduğu maden işçilerinin çizimlerini yapmaya başlamıştır. İlerleyen zaman zarfında Jean François Millet’nin “Tohum Eken Çiftçi”, “Başak Toplayanlar”, “Günün Saatleri” gibi çalışmalarını kopyalamıştır. 1881 yılında Etten’de bulunduğu dönemde kuzeni Kee Vos Stricker’ın evlenme teklifini reddetmesiyle kalbi bir darbe daha almış ve ikinci evi olan Lahey’e taşınmıştır. Lahey’de realizm akımının önemli temsilcilerinden biri olan Anton Mauve’nin atölyesinde kısa bir süre çalışmasının ardından dengesiz davranışlarından dolayı atölyeden kovulmuştur. Evlenme teklifi reddedilen ve Paris’te yaşayan kardeşi Theo’nun gönderdiği para ile geçimini sağlayan ve hayattaki mücadelesini yalnız başına veren Van Gogh’un depresyona girmesi şaşırtıcı değildir. Bu dönemde “Sien” olarak bilinen hayat kadını Clasina Maria Hoornik’i hamileyken beş yaşında çocuğu ile birlikte himayesine almış ve çizimlerini yapmıştır.
6 Nisan 1882 tarihinde Theo’ya yolladığı mektubun yanında Clasina Maria Hoornik’i çizdiği ve “The Great Lady” olarak adlandırdığı çalışmasını da yollamış, ilham kaynağını “İlişikte bulacağın desen daha karanlık bir ifadesi olan büyük bir etüdün krokisidir. Bir şiir var, Tom Hood’un sanırım, orada zengin bir kadının sözü geçer, kadın bir elbise satın almak için zayıf, solgun, veremden bitkin terzi kızların çalıştığı bir atölyeye gider, dönüşte de zenginliğinden vicdan azabı duyup uykusu kaçar. Kısacası karanlık gecede sıkıntıyla kıvranan ince bir figürdür bu.” ifadesiyle açıklamıştır. Çünkü Clasina Maria’nın mücadelesini maden işçilerinden, Millet’nin çalışmalarındaki köylülerden veya 14 yaşında çizdiği küreğine uzanan işçinin mücadelesinden farklı görmemiştir. Millet’nin ve Courbet’nin resimlerinde olduğu gibi Van Gogh’un da resmetmeye değer gördüğü unsur emek ve mücadeledir. Burjuva sınıfının şatafatlı hayatının sahteliğinin ve modern dünyada elde edilen zenginliğin yüzünü görmediği milyonlarca insana ödettiği bedelin farkındadır. Dolayısıyla çalışmaktan yıpranmış elleri gösterişli bir kadını resmetmeye, yoksulluğu ve köylü olarak anılmayı ise zenginliğin beraberinde getireceği suçluluk duygusuna tercih etmiş ve kararından dolayı yaşamının hiçbir döneminde pişmanlık duymamıştır. Fakat modern dünyanın yaşam mücadelesini tek başına veren bireylere acı ve ızdırap dışında sunacağı başka hiçbir şey yoktur. Bu yüzden Clasina Maria’yı resmettiği “Keder” çalışması oldukça manidardır.
Keder çizimini Theo’ya yolladığı tarihsiz mektupta yer alan “Çoğu insanın gözünde neyim ben – değersizin biri ya da tuhaf, aykırı, hoşa gitmeyen bir adam – toplumda kendine yer bulamamış, yer bulamayacak bir yaratık, yani hiçten de aşağı bir şey. Haydi, diyelim ki bu böyledir, ben de inadına böyle değersiz, böyle aykırı bir adamın gönlünde neler bulunduğunu göstermek istiyorum eserimle.” ve “Çoğu zaman yoksulluk içindeysem de, içimde yine de bir uyum, rahat ve duru bir müzik vardır. En fakir evceğizde, en sefil köşecikte resimler, nakışlar görürüm. Ve gönlüm, dayanılmaz bir itişle o yöne doğru kayar” cümleleri, depresif bir adamın değil ait olduğu tarafı bilen, umudunu kaybetmememiş ve mücadele eden bir adamın cümleleridir. Keder çalışması da depresyonun değil modern yaşamın gerçekliğini görebilen bir ressamın şekillendirdiği bir çalışmadır.
Van Gogh Clasina Maria ile olan ilişkisini 1882 yılında ailesinin ve çevresinin uyguladığı baskıdan dolayı sonlandırmak zorunda kalmıştır. Bu ilişki nedeniyle sanat tacirliği yaptığı dönemde ustası olan Hermaus Tersteeg Theo’dan yaptığı para yardımını kesmesini istemiş, Anton Mauve Van Gogh’la iletişimini koparmış ve Theo ağabeyini ilişkisini sonlandırması için ikna etmiştir. Van Gogh’un mutluluğu bu kez çevresi tarafından sökülüp elinden alınmıştır. Yaşadığı duygusal çöküntü resim yapmasına engel olmamış, Lahey’de bulunduğu dönemde 30’u kurşun kalem, 60’ı suluboya olmak üzere yaklaşık 200 çalışma tamamlamış ancak resim yaparak geçimini sağlayamamıştır. Zorlukla hayatını sürdürmesi nedeniyle 1883 yılında ailesinin yaşadığı Nuenen kasabasına taşınma kararı almış ve yaşadığı evin çamaşır odasını atölyeye çevirmiştir. “Dokumacı”, “Balıkçı Kadın” ve en meşhur çalışmalarından biri olan “Patates Yiyenler” çalışmalarını Nuenen’da tamamlamış, çizimlerinde olduğu gibi resimlerinde de modern dünyada kenara atılmış insanlar Van Gogh’un çalışmalarının öznesi haline gelmiştir.
Van Gogh’un sanat pratiğinin dışında Nuenen’de yaşadığı dönemde başından iki trajik olay geçmiş, 1884 yılında evlenme kararı aldıkları Margot Begemann intihara teşebbüs etmiş ve 1885 yılında babası Theodorus Van Gogh kalp krizinden hayatını kaybetmiştir. Hiç şüphesiz iki olay da Van Gogh’un ruh sağlığını kötü yönde etkilemiş, çocukluk döneminde alışılagelmişin dışında yüzleştiği ölüm kavramı sevdiği insanlar üzerinden kendini hatırlatmıştır. İlginç olan veriler ise Van Gogh’un bu olaylar karşısında verdiği tepkilerdir. Margot Begemann’ın arsenik içtiğini fark eden Van Gogh şok yaşamış ancak soğukkanlılığını koruyarak Begemann’ın hayatını kurtarmıştır. 16 Eylül 1884 tarihinde Theo’ya yolladığı mektuptaki “Şimdi bunu denedi ve başarılı olamadı. İkinci kez cesaret edemeyeceği hafif bir şok geçirdi. Başarısız bir intihar girişimi gelecekteki bir intihar için en iyi çaredir.” ifadesi 1890 yılında intihar eden Vincent Willem Van Gogh’a aittir ve intihara meyilli bir delinin ifadelerine benzememektedir. Babasının ölümünün ardından ise üzgün aile bireylerine destek olmuş, halası Elisabeth Huberta Van Gogh’u “ölmek zor ama yaşamak daha zor” ve kardeşi Theo’yu “Her birimizin unutamayacağı günler oldu ama mezar dışındaki izlenim o kadar da kötü değildi. Hayat hiçbirimiz için uzun değil ve soru – onunla bir şeyler yapabilmektir” sözleriyle teselli etmiştir. Van Gogh’un yaşadığı olaylar karşısında verdiği tepkiler herhangi bir insanın tepkileriyle kıyaslandığında olağandışı olarak tanımlanamamaktadır. Sevdiği kadının intihar teşebbüsüne rasyonel, babasının ölümünün ardından ailesine karşı sağduyulu yaklaşmış ve hayata tutunmuştur.
1885 yılında Nuenen’den ayrılan Van Gogh sanat akademisinde eğitim almak için Anvers’a gitmiş fakat 4 ay sonra eğitimini yarıda bırakarak Paris’te yaşayan kardeşi Theo’nun yanına taşınmıştır. Paris’e taşınmasından kısa bir süre sonra düzenlenen Sekizinci Empresyonist Sergisi’ni ziyaret eden Van Gogh; Claude Monet, Edgar Degas, Pissarro Renoir, Alfred Sisley gibi empresyonistlerin çalışmalarını ilk kez canlı görmüş ve etkilenmiştir. Resim yapma arzusu sönümlenmeyen sanatçı, genç ressamlara ev sahipliği yapan Fernand Cormon’un atölyesinde iş bulmuş, atölyede birlikte çalıştığı ressam François Gauzi “Model uyuduğu zaman resim yapmayı bırakmadı. Çalışmasının şiddeti tüm atölyeyi şaşırttı…” ifadesiyle Van Gogh’un yarattığı etkiyi tanımlamıştır. “The Moulin de la Galette”, “The Seine with Pont de la Grande”, “Vincent’ın Penceresinden Manzara (Lepic Sokağı)” gibi çalışmalarını Paris’te yaşadığı süre zarfında tamamlayan Van Gogh, farklı ressamların çalışmalarını da sergileyen Julien Tanguy’ın Paris’teki dükkanında resimlerini sergileme fırsatı bulmuş, bu dönemde Henri de Toulouse Lautrec ve Paul Gauguin’le arkadaş olmuştur.
Tarih sahnesinde Lautrec, Gauguin ve Van Gogh arasındaki arkadaşlık güzel bir tesadüf olarak değerlendirilebilir. Fakat aristokrat bir aileye mensup olan Lautrec’in ait olduğu sınıfı reddetmesi, çözümsüzlükten dolayı modern dünyada bohem hayatı yaşamak dışında bir çıkış bulamaması, alkolizm ve frengiden dolayı hayatını kaybetmesi veya yoksulluk içinde yaşayan Gauguin’in kızının ölümünün ardından intihara teşebbüs etmesi tesadüf değildir. Bu bağlamda Walter Benjamin’in “Modernizmin insanoğlunun doğal ve üretken temposunun önüne çıkardığı engeller, insanoğlunun güçleriyle orantılı değildir. Bu durumda insanın felce uğraması ve kurtuluşu ölümde araması, anlaşılır olmaktadır.” ifadesi üç ressamın hayatında da karşılık bulmakta ve Van Gogh’un bunalımının kaynağını işaret etmektedir.
1888 yılının Şubat ayında Van Gogh komün bir sanat kolonisi kurma amacıyla Fransa’nın güneyinde yer alan Arles kasabasına taşınmıştır. Van Gogh’un Arles’a taşınması modern kentten kaçışla ilişkilendirilmekte ancak bunun ötesinde kendi ekonomik geçimini sağlayamadığını ve yıllarca Theo’nun maddi desteğiyle hayatta kaldığını ve bu durumun kendisini yetersiz hissetmesine neden olduğunu vurgulamak gerekmektedir. 1880 – 1889 arasında Theo’ya yolladığı onlarca mektupta Theo’ya yardımlarından dolayı müteşekkir olduğunu, borcunu ödeyemediği için mahçup hissettiğini ve telafi etmek için elinden geleni yapacağını sayısız defa belirtmiştir. 29 Temmuz 1888 yılında Theo’ya yolladığı mektupta yer alan “Geleneksel resim aslında güçsüz, cansızdır, ne var ki yeni ressamlar gene de yalnız, yoksul kalıyor, deli muamelesi görüyor, bu muamele yüzünden de gerçekten deliriyorlar, toplumdaki tutum ve davranışları delice oluyor.” ve “Demek ki yalnız boyayla değil de kendini vererek, kendinden vazgeçerek resim yapıyorsa ve yüreği parçalanarak – senin de çalışmanın karşılığı ödenmiyor ve tıpkı bir ressam gibi sen de kişiliğinden vazgeçiyorsun, yarı isteğinle yarı rastlantıyla kendinden ödüyorsun.” ifadeleri Van Gogh’un yalnızlık, yoksulluk ve sömürü üçgeninin herkes gibi kendisini de sürüklediği dipsiz bataklığın farkında olduğunu göstermektedir.
Hayatının her döneminde olduğu gibi Arles’da yaşadığı dönemde de üretmekten vazgeçmeyen Van Gogh, yaşadığı Sarı Ev’de çalışmalarına devam etmiştir. Van Gogh’un 1888 yılında yazdığı tarihsiz bir mektupta yer alan “O (Gauguin) denizcilerin ağır bir yük taşımak veya kaldırmak zorunda olduklarında büyük bir efor sarfettiklerini ve birbirlerine güç vermek için birlikte şarkı söylediklerini söyler. Sanatçıların eksikliği budur!” ifadesinin öznesi olan Gauguin, arkadaşına destek olmak ve birlikte çalışmak için 1888 yılının Ekim ayında Arles’a gitmiştir. Söz konusu ifade her iki ressamın da örgütlülüğe ve dayanışmaya ihtiyaç duyduğunu kanıtlamaktadır. Buna karşın Van Gogh ile Gauguin’in birlikteliği kısa sürmüştür. Van Gogh geçirdiği sinir krizinin etkisiyle kulak memesini kesip bir hayat kadınına hediye etmiş, gerçekleşen olayın ardından Gauguin Arles’dan ayrılmış ve Van Gogh Gauguin’e yaşattığı şoktan dolayı yaşadığı üzüntüyü Theo’ya yolladığı mektuplarda kaleme almıştır. 5 Mayıs 1889 yılında Saint Remy vilayetinde kendi isteğiyle akıl hastahanesine yatan Van Gogh bir yıl tedavi görmüştür. “Saint Remy’de Manzara”, “Yıldızlı Gece”, “Tutuklular Çemberi” gibi çalışmalarını akıl hastanesinde kaldığı süre zarfında tamamlamıştır. 1885 – 1890 yılları arasında yaptığı resimlerde empresyonist ve post empresyonist teknikleri kullanmış olsa da kendisini empresyonist olarak tanımlamayan Van Gogh tarzını “Kesinlikle manzara ressamı değilim, manzara resmi yaptığım zaman içlerinde mutlaka figürler olacaktır.” ifadesiyle açıklamıştır.
24 Aralık 1889 tarihinde başka bir kriz geçiren Van Gogh intihara teşebbüs etmiş ancak kurtarılmıştır. Beş yıl önce evlenmek istediği kadının hayatını kurtaran, intiharı kendi gerçekliğinin dışında değerlendiren ressam için bu kez intihar bir seçeneğe dönüşmüştür. 1890 yılında Auvers-sur- Oise’ye taşınan Van Gogh, 20 Mayıs 1890’da amatör bir ressam ve doktor olan Paul Gachet’tan destek almaya başlamış fakat 27 Temmuz’da kendini göğsünden vurarak intihar etmiş ve hayatını kaybetmiştir. Ölmeden önce Theo’ya yazdığı son mektup Van Gogh’un göğsünde bulunmuştur. “Güzel mektubun ve içindeki elli frank için teşekkürler” cümlesiyle başlayan mektup, kardeşini basit bir sanat taciri olarak görmediğini ifade ederek devam etmekte ve “Ölmüş ressamları satanlarla yaşayan ressam ticareti yapanlar arasında durumun çok gergin olduğu bir anda. Böyle işte, ben, kendi çalışmalarım için yaşamımı tehlikeye atıyorum, bu çalışma uğruna yarı deli bir insan oldum -olsun, kabul – ama bildiğim kadarıyla insan ticareti ile uğraşanlardan biri değilsin sen ve hangi tarafı tutacağını, tam insanca davranarak seçebilirsin. Ama bilmem ki…” ifadeleriyle sonlanmaktadır.
Van Gogh mektubunun son cümlesinde emeği üretenler ile emeği sömürenler arasındaki taraflaşmada kardeşini vicdanının sesini dinleyerek doğru tarafta yer almaya çağırmıştır. Çünkü yaşamı süresince siyasi bir figür olmasa da kendisinin modern dünyada var olan kavgada taraf olduğunun farkındadır. Hayatı boyunca defalarca kez küllerinden doğan, karşılaştığı engel her ne olursa olsun başa çıkmanın bir yolunu bulan, mücadele etmekten korkmayan ve resim yapmaktan vazgeçmeyen Van Gogh’un çözemediği iki sorunu olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu iki sorun modern dünyanın çelişkilerini görmezden gelememesi ve sömürü düzeninden kaynaklı yoksulluğuna çözüm üretememesidir. Günümüze ulaşan verilerle sadece bu nedenlerden dolayı intihar ettiğini söylemek olanaksızdır ancak bu nedenlerin “delirmesinde” belirleyici olduğu Van Gogh’un beyanlarına dayanılarak ifade edilebilir. Van Gogh hayatının farklı dönemlerinde yaşadığı ruhsal çöküntüler, kulak memesini kesmesi ve intihar etmesi nedeniyle deli olarak tanımlanmaktadır. Ancak Van Gogh’u deli yapan unsurlar söz konusu unsurlar değil yaşamak istediği hayatı yaşamaktan korkmaması, inandığı değerlere göre yaşaması, emeği üretenlerin tarafında yer alması ve hayalindeki üretimi gerçekleştirebilmek için ölümü dahi göze almasıdır. Van Gogh’un deliliğin gölgesinde taşıdığı umudun arkasında köylü bir çocuğun ressam olma yolundaki mücadelesi yer almaktadır.