Her okşayışında kafasını eline uzatan kediyi sevmeye devam ederek, “bir kediyle aynı evde yaşıyorsanız onun oyun oynama isteğine tırnaklarını dahil etmesini istemezsiniz. Bazen onun hiçbir işe yaramadığını düşünürsünüz bazen de atalarımızın onları evcilleştirdiklerini söylerken aslında onların bizi köleleştirdiğini gizlediğini,” dedi babaannem Eleni. Şimdi sormamın tam sırasıydı. Ne de olsa kedi de yoğurt fabrikası gibi babaanneme Yorgo’dan miras kalmıştı.
Miras, bir söylenti olarak akrabalar arasında dolaşmaya başladığında da miras işlemleri bittikten sonra da ben dahil kimse konuyla ilgili hiçbir şey öğrenemedik. Yorgo kimdi? Babaannem onu nereden tanıyordu? Yorgo babaanneme neden böyle bir miras bırakmıştı? Bu ve benzer sorular akrabalar arasındaki hemen her konuşmada geçiyor ama kimse bu sorulara bir yanıt bulamıyordu. Şimdi kimsenin aklının almadığı bu durum karşısında medet umulan kişi bendim. Ben, onun biricik ve en sevdiği torunu, Gordion’un düğümünü çözecek, bir Truva atı misali tatilimi babaannemde geçirecek ve her şeyi öğrenecektim. Kaleyi içten fethetmek için buradaydım. Özellikle tembihlenmiştim.
“Kuzum Müberra, Yorgo meselesinin aslını astarını öğrenmeden döneyim deme!”
Onda kaldığım ikinci günün akşamıydı. Yakın dostlarıyla verandadaydık. Ona her şeyi sordum. Ne de olsa ya ancak böyle samimi bir ortamda sorularıma cevap verir ya da beni nazikçe görmezden gelmeyi seçerdi. Neyse ki anlatmaya başladı:
“Yorgo’yla ben, hani Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur şarkısı vardır. Oradaki mendilin bırakılışı yerine kalp şeklinde bir balonun ipleriyle birbirimize bağlandık. O günü çok iyi anımsıyorum. Sokaktan geçen çocukların elinden kaçan bir balon, onun şemsiyesine oradan da ayakkabımın topuğuna dolaşınca dengem kaybolmuş, ayakkabımın topuğu kırılmıştı. Kendimi Külkedisi masalında prensiyle tanışan bir prenses gibi hissediyordum.” dedi babaannem Eleni. Yorgo’yla ilk buluşmalarında bir dondurmacıya oturmuşlar. Yorgo, ona, durmaksızın kurmayı düşlediği yoğurt fabrikasından bahsetmiş. Babaannem de kendisinde muhteşem tariflerin olduğu bir kitabın varlığından. Kitabın adı: Osmanlı Sarayı’nın Şifa Sırları’ymış ve kitabın adını duyunca Yorgo hemen yerinden fırlamış. O kitabı mutlaka görmeliymiş.
Kitabın Fas’taki yazlıklarında olduğunu söyleyen babaannem, bir fısıltı gibi kitabı da Konstantinapol’de nam-ı değer İstanbul’da bir kütüphaneden arakladığını anlattı. Yorgo’dan bahsettiğinden mi yoksa kitabı çaldığını itirafından mı bilemiyorum ama bir parşömeni andıran yüzüne al yürümüştü. Onu daha önce hiç bu kadar pembe yanaklarla görmemiştim. Babaannemin bir kitap çalması mı yoksa onu dedem dışında bir adamla düşünme fikri mi beni rahatsız etmişti bilemiyorum ama bir karmaşaya, içsel bir fırtınaya sürüklenmek üzereyken düşüncelerimin ipini tutmaya karar verdim. Babaannemim yüzünün pembeliğinden anlamlar çıkarmayı bırakacak, zihnimden geçen vızıltıları susturacak ve söylenenleri kulaklarımı açıp, dinleyecektim.
“Hemen yarın yola çıkıyoruz.” demiş Yorgo.
Babaannem Eleni’yse tatilde halasının evinde misafirmiş. Yola çıkması mümkün değilmiş. 1894 yazının ilk günleri, Yorgolu günler böyle başlamış ve ta ki kitap, 1895 yılında çalınana dek de sürmüş.
“İyi ki de böyle olmuş değil mi kuzucuğum? Yoksa dedenle nasıl tanışacaktık?”
Bana gülümseyip göz kırptığını görebiliyor ama ona hiçbir şey söyleyemiyordum. Neyse ki bir arkadaşı:
“Canım Yorgo, demek sen de bizi bırakıp gittin.” diye araya girdi.
“Bir adada gün batımına karşı şarabını yudumlarken son nefesini vermiş.” dedi adını anımsayamadığım bir İstanbul beyefendisi. Tam bu esnada caddeden tam gaz geçen bir Honda, sağ arkasına patinaj yaptırırken çöp bidonuna çarptı. Çöp bidonundan fırlayan bir kedi, önce arabanın ön camına sonra da yola atlayarak, kaçtı.
Tüm bunları gördüğümüz köşede, Honda’ya, kimseye bir şey olmamasına, kedinin atlayışına ve Yorgo’ya yeniden kadeh kaldırdılar.
“Kitabı çalan Yorgo’muş. Tüm bu miras işleri sırasında öğrendim.” dedi babaannem Eleni. “O kitaptaki tariflerle lokanta açacaktım. O da biliyordu. Yorgo böyle yaparak hayallerimi çalmanın kefaretini ödemek istemiş olmalı.” Tüm bunlardan bahsederken sanki yeniden o dondurmacıya gitmiş ve Yorgo’nun karşısına oturmuştu ya da bana öyle geliyordu. Buğulu bakışlarına, hülyalı bir iç çekiş yerleştirip, “bizimki ilk görüşte aşktı.” diye anlatmaya devam etti. Prag’ta, sonbaharda, sisli ve ıslak Arnavut kaldırımlarından geçen fayton sesleri ona hâlâ Yorgo’yu anımsatıyormuş. O bunları söylerken ben onu, o dondurmacıdan kaldırmak ve şimdi duvarda asılı fotoğrafta beraber oturdukları koltuklarda dedemin yanına yeniden yerleştirmek istiyordum.
İnce, uzun bakışlarıyla bizi süzdükten sonra sözü alan ismini bilmediğim İstanbul Beyefendisi:
“Zavallı Yorgo’yu son gördüğümde pasajdaydı, boşalmış çay bardaklarıydı gözleri.” diye başladı anlatmaya. “Gramafoncu Mehmet’i kaybetmiştik. Zaman ustalarından Zagrep’li Mihailkozovski’de yanımızdaydı. “Gramafonlar öksüz kaldı. Bakalım sıra bizim saatlere ne zaman gelecek?” diye iç çekiyordu. Hadi Yorgo, demiştim. Sefer tasına uzanmıştı. Bilirsiniz, huyuydu; yoğurdunu, peynirini meyhaneye götürürdü. Masaya da bir şakşuka söyler, başka meze istemezdi. Mehmet yaşıyor olsaydı hep beraber içiyor olacaktık ama o artık aramızda değildi. Boş bıraktığı sandalyeye bir karanfil koyduk, rakılarımızı doldurduk ve sonra, bütün gece, tek söz söylemeden oturduk. Sanki bütün gece bir karanfili dinliyorduk.
Bir ara lavabodan dönerken, burnunun sümüğünü koluna silen çocuklar gibi gözyaşlarını ceketine sildiğini gördüm Yorgo’nun. Masaya kadehini vurup bir yudum çekti sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Elim ayağım çözüldü. Durduğum yere çökmüşüm. Orada öylece kaldım. Nasıl kalktım? O gece nasıl bitti, anımsamıyorum. Yorgo’yu hep öyle çocuklar gibi ağlarken hatırlıyorum.” dedi.
Verandadaki herkes Yorgo’nun çok duygusal ve naif bir insan olduğu konusunda birleşti.
“Yorgo, kitap hırsızı, arsız böğürtlen, aslında Eleni’nin kalbini ve yoğurtlarının sırrını çalmış.” dedi babaannemin çok eski bir dostu sonra da hep beraber bu sefer Yorgo’nun Yoğurtlarına’na kadeh kaldırırlar. Bense donmuştum, kadehime bile uzanamıyordum. Bu sırada, tam karşımdaki mindere uzanmış kediye gözüm takıldı. Kedi önce esnedi. Ardından tırnaklarını çıkardı. Yeniden kıvrıldı ve uykuya daldı. O an, bu duyduklarımdan kimseye bahsetmemeye karar verdim. Soranlara bir yalan uyduracak ve babaannemin ağzını bıçak açmayan tavrından bahsedecektim. Yorgo’nun yoğurdunun lezzetinden bahsedecektim ama kimseye onlarla ilgili tek söz etmeyecektim. Babaannemim kitabı, Yorgo’nun babaannemin kalbini ve büyülü tarifleri çalması gibi ben de ikisinin hikayesini çalacak, tüm bunların sonsuza dek bir sır olarak kalmasını sağlayacaktım. Bu kararla çözüldüm. Kadehime uzandım ve çın çın seslerine aldırmadan, kimseye kadeh kaldırmadan, kimseyle kadeh tokuşturmadan, verdiğim sessizlik kararıma büyük bir yudum yuvarladım.