Beşeriyet, evrimin doğal bir gereği olan çatışmayı yaşıyor: Evrimsel zekâsı daha az gelişmiş bireyler, evrimsel zekâsı daha gelişmiş türün diğer bireylerinden geride kalıyor ve ileriye doğru yürüyen tür, geride kalanı yalnız bırakıyor.
Biz, bunu ilk kez yaşamıyoruz. Homo sapiens türü ilk adımlarını atarken, dünyanın geri kalan yerlerinde daha geri evrimsel aşamalar yoğunluktaydı. Neanderthal, Cro-Magnon gibi birçok geri tür, hem kendi arasında hem de birbiri ile hem savaş hem üreyiş hâlindeydi. Bu hengâmede sapiensin durumu da çok farklı değildi.
Sapiens, hem çiftleştiği hem savaştığı geri türleri zaman içinde yok etti. Doğa, en sâf ve acımasız mekanizması olan doğal seleksiyonu evrimsel açıdan geride kalmış türlere Sapiens eliyle uyguladı.
Günümüzde de olanlar çok farklı değil: Evrimsel açıdan geride kalmış genetik özellikleri ve zekâlarıyla büyük bir insan yığını, genetik açıdan ileriye doğru adım atmış “yenilerin” gerisinde kalıyor. Bu fark, doğan her çocukla daha da açılıyor, açılacak. Ne kadar eğitim verilmiş olursa olsun, ne kadar akıl ve vicdânla yoğurulmuş olursa olsun, ilkel duygularından ve korkularından arınamayanların var oluşlarının sebebi budur.
Zekâdan kastım aslâ aydınlanmacıların vulgar aklı değil… Zekâ, sezgisel zekâ ile bir bütün oluşturmadıkça sâdece araçsal zekâ olarak güdük kalıyor. Bir insan mükemmel bir fizik ya da matematik öğreticisi ya da uygulayıcısı olabilir, fakat sezgisel zekâsı evrimsel zekâsının iyi bir tamamlayıcısı olamamışsa ortaya Hitler’in psikopat bilim insanları ya da sâdece araç geliştiren teknikerlerden daha ötesi çıkmaz.
Belirtmeliyim ki; Darwinizm, elitizm ya da evrimsel ırkçılık gibi görünen bu tespitlerin hiçbiri, evrimsel zekâsıyla ve genetik mirâsı ile geride kalmış insanların yok edilmesini, öldürülmesini, vahşete boğulmasını gerektirmiyor, talep etmiyor, ötekileştirmek ya da hegemonya tesis edilmesi amacı gütmüyor. Zirâ bunlar, geride kalanlara âit açmazlar. Yeni olanlar, doğanın işleyişini idrâk etmiş ve ilerleyişin/yaşamın anahtarının üstün olmak değil, uyum olduğunu fark etmiş olanlardır. Eskinin azalarak ve kendiliğinden söneceğini, yeninin ise doğal süreçte artarak zirve yürüyüşü yapacağını, zamanı dolunca yerini sonrakine devredeceğini bilenler, yeni olanlardır. Aydınlanmacılığın salt akılcılığını hiç sevmem. Zirâ insanın sezgilerini ve vicdânını yok sayar. Oysa ki “yeni” olanlar, tüm bunları kaynaştırabilenlerdir.
Evrimsel zekâmızın gelişim yönü, sâdece günümüzdeki örnekleri ile sınırlanarak tespit olunamaz. Evrimsel zekâmızın gelişim yönü için binlerce yıl öncesine de bakılmalıdır: Buddha, evrimsel zekâmızın nereye doğru ilerlediğinin iyi bir örneğidir. Bilinen, tanınan örnekler, tanınmayan ve milyonlarca kişiyi işâret eden “yenileri” tanımlamaktadır. Mevlânâ, bir başka “yenidir”.
Evrim sürecinde ilerlemeyi de eskilerin kategorik mantığı ile anlamamak gerekir. İlerleme, zamanın ve evrimin akışını ifâde eder.
Doğa, insanın tüm kibirine ve şımarıklığına rağmen kendi düzenini her zamanki sükûneti ve öz güveniyle işletiyor. İnsan türü, kendi arasındaki çatışmalardan ya evrimsel bir dönüşümle çıkıp yüz yılların bilgeliğinin müjdelediği “altın çağı” yaşayacak ya da doğal seleksiyonun unutulup gitmiş sayısız kurbanlarından biri olacak.
Yani su akacak ve yolunu bulacak.