21’inci yüzyılın önde gelen sanatçılarından Louise Joséphine Bourgeois, modern ve çağdaş sanata yön veren bir figürdü. Zamanının kadın sanatçılarının fazla cesaret edemediği konulara değindi. Feminist, sansür karşıtı bir grup olan “Fight Censorship Group”un yoldaşı Anita Steckel ile önde gelen isimlerinden oldu. 1970’lerde vücut parçalarını eserlerinde kullandı ve ardından gelen feminist sanatçılar için ilham kaynağı oldu.
Eserlerinde hafıza, bunaltı, zaman, beden, ihanet, cinsiyet, kimlik kavramları yer aldı. “Kadınlık”, çok defa eserlerindeki ana hattı oluşturdu ve oluşturulan “tekinsiz” ve “pasif” imajı “kadın bedenini” kullanarak eleştirdi. Aynı zamanda “baba” figürünü rahatsız edici ve kışkırtıcı bir şekilde işledi. Üstelik sanatında bunlar öyle otobiyografik bir şekilde yer aldı ki eserlerinde sıkça karşılaştığımız örümcek gibi sembollerle gerçeküstü bir gerçekçilik oluşturdu.
Sanatçı, 1911’de Fransa’da dünyaya geldi. Ailesi dokuma duvar halısı onaran bir galeriye sahipti. Bu da Louise’nin çok erken yaşlarda tasarımlara ilgi duymasını sağladı.
1924 yılında babası, Louise’nin dadısıyla bir ilişki yaşamaktaydı, Louise’ye göre annesi de bu sadakatsizliğin farkındaydı ancak susmuştu. Cinsiyetler arasındaki çifte standardın farkındalığına bu olayla ulaşmıştı ve henüz küçük bir kız çocuğuyken günlüklerinde babasıyla ilgili anılarını biriktiriyordu.
1932’de Sarbonne’da matematik öğrenimi gördüğü sırada annesini kaybetti ve bu, ona sanata yönelmesi için ilham verdi. Babası modern sanatın müsrif bir uğraş olduğunu düşünüyordu ve ona destek olmadı. Çoğu zaman babasının beklentilerini karşılayamadığını hissetti. Sonunda babasının hayranlığını kazansa da aile içindeki baskısına ve onu başkalarının önünde küçük düşürmesine olan öfkesi hiçbir zaman geçmedi; zaman içinde sanatındaki canlılığı çocukluk travmalarında bulduğunu keşfetti. Babasının baskıcı tavırlarını ve ihanetini, annesinin pasifliğini ve tüm bunlara olan nefretini sanatındaki itici güç olarak kullandı. Sanatı da kendini iyileştirme aracı haline getirdi.
“The Destruction of the Father” (Babanın Yok Edilmesi) belki de bu öfkenin en önemli dışavurumudur.
Sanat tarihçisi Robert Goldwater ile evliliğinin ardından New York’a taşındı. Burada en önemli soyut dışavurumcuların da üyesi olduğu “American Abstract Artists Grup”un bir üyesi oldu ve Jackson Pollock gibi önemli isimlerle arkadaşlık etti. Bu grubun bir parçası olmasıyla Louise korku, kırılganlık, kontrol kaybı gibi endişelerinin derinine indi ve dikey yapıları ve ahşabı, mermere, plastiğe ve bronza dönüştürdü. Bu sanatındaki önemli bir dönüm noktasıydı. Çünkü kendi tabiriyle hayatının değişen koşullarıyla birlikte sanatı da bir seri oluşturmuştu: Sanat hayatının erken dönemlerinde düşme korkusunu anlatırken daha sonra bunu düşme sanatına dönüştürdü ve en nihayetinde havada asılı kalma sanatını icra etti.
1970’lerin başında Louise, evinde sanatçıları ağırladığı ve onları acımasızca eleştirdiği pazar toplantıları düzenlemeye başladı. “Sunday, bloody sunday” (Kanlı Pazar) olarak anılan bu toplantılar pek çok genç sanatçı için bulunmaz bir fırsattı.
Louise, eserlerinde sıkça değindiği cinsiyet ayrımcılığının da etkisiyle ancak 1982’de Museum of Modern Arts’ta bir retrospektif* sunan ilk kadın sanatçı oldu.
2010’da kaybettiğimiz önemli sanatçı ölmeden bir hafta önce dahi üretmeye devam ediyordu. Louise Bourgeois’in önemli işlerini görebileceğimiz “Larger Than Life” (Dünyadan Büyük) sergisi Akbank Sanat’ta 28 Kasım’a kadar ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor!
*Retrospektif: Bir sanatçının kariyeri boyunca yaratmış olduğu eserlerden derlenmiş sergi.
Kaynak: Moma, The Art Story