“Konserlerde, Chopin’in ilk notaları duyulduğu anda, salondaki dinleyicilerin mutluluk içerisinde derin bir nefes aldığını duyarız…”
-Arthur Rubinstein, 1960
19’uncu yüzyıl, Avrupa’nın kabuk değiştirdiği bir dönemdi. Fransız İhtilali, milliyetçilik akımları, sanayi devrimi, savaşlar ve dahası, sadece dönemin belli müzisyenlerini değil tüm sanatçılarını derinden etkiledi. Onlardan biri de daha hayatının baharında ülkesinden ayrılmak zorunda kalan ve ömrünün sonuna kadar da ülkesinden ve ailesinden uzakta sürgün hayatı yaşayan Frédéric Chopin idi.
1 Mart 1810 tarihinde doğduğu kabul edilen Chopin, Fransız göçmeni bir baba ve Polonyalı bir annenin ikinci ve tek erkek çocukları olarak Polonya’da dünyaya geldi.
İlk müzik derslerini annesinden alan Chopin’in bir deha olduğu altı yaşına geldiğinde anlaşıldı. 12 yaşına geldiğinde artık öğretmeninden öğrenecek pek bir şeyi kalmamıştı. Yine de kendini geliştirmeyi hiç bırakmadı ve liseyi bitirince konservatuvara kaydoldu. Daha o yaşta Viyana opera binasında verdiği büyük konser ile Polonya’nın en iyi piyanisti olarak kabul ediliyordu.
Babasının Fransız olmasından dolayı Fransızların hep sahiplenmeye çalıştığı fakat müziğe bakışı, eserleri, yorumu ve ülkesine olan büyük aşkı ile her zaman Polonyalı olduğunu gösteren Chopin’in aklı, hayatı boyunca hep Rus işgali altındaki ülkesinde oldu. Eserlerindeki bu hüzün, bu duygusallık sanki aşkı anlatıyormuş gibi görünse de büyük ölçüde vatan özlemidir aslında.
İşgal altındaki Polonya’sının sesini her zaman içinde hissediyor, bunu eserlerine yansıtıyordu. 8 Eylül 1831’de Chopin, Stuttgard’a vardığında, Varşova’nın yeniden Rusların eline geçtiği haberini aldı. Bunun üzerine, Schumann’ın “Çiçekler arasına saklanmış toplar (bombalar)” diye anlattığı 12 numaralı etütünü (Revolutionary Etude) besteledi.
Hayatı boyunca sadece piyano eserleri bestelemiş, hiç senfoni veya opera bestelemeden adını tarihin en büyük bestecileri arasına yazdırmayı başarmıştır. Bu başarısının sebebi piyano tekniklerine getirdiği yenilikçi tarzdır. “Akıl alır gibi değil” dedirten birçok eseri ile Romantik Dönem başta olmak üzere, klasik müziğin en büyük öncülerinden olmuştur. Bu yeteneğinin ve hayal gücünün Debussy, Rachmaninov, Fauré, Scriabin gibi birçok besteciye önemli ölçüde katkısı olmuştur.
Büyük aşk: George Sand
Chopin, uzun dönemli tek ilişkisini, yakın arkadaşı Liszt aracılığıyla tanıştığı George Sand ile yaşadı. 1838-1847 yılları arasında beraber olan ikilinin aşkı daha çok George Sand’in kendini, sağlığı gün geçtikçe bozulan Chopin’in bakımına adamasından ibaretti. İlişkileri sürekli olaylı geçiyordu.
Chopin, son zamanlarda çok yoğun ve verimli çalışıyor, ama bestelerini pek kolay yazamıyordu. Gece yazdığını ertesi sabah siliyor, tekrar beğenmeyip sonraki gece yeni baştan ele alıyordu. Bu titizlik ve gerginlik içinde, bazen bütün gün piyanosunun başında ağladığı oluyordu. Her akşam, o gün yazdıklarını George Sand’a dinletiyor, ne düşündüğünü soruyordu. George Sand, Chopin’i üçüncü çocuğu olarak görmeye başlamıştı. Onu sürekli sabırla dinliyor, cesaret vermeye çalışıyordu. Bu durum, Chopin’i etkilediği kadar aşklarını da etkiledi…
Chopin şehre ilk kez tek başına yolculuk ediyordu. Paris’te karşılaştıklarında birbirlerine söyledikleri birer kelimeyi geçmedi:
“Nasılsınız?”
“İyiyim.”
O günden sonra da tekrar birbirlerini görmedikleri söyleniyor.
Sand’dan ayrıldıktan sonra sağlığı giderek kötüleşen Chopin, 1848’de son konserini verdi. 17 Ekim 1849’da Paris’te hayata veda etti. Pére-Lachaise mezarlığında gömüldü. Fransa’da iken, bir arkadaşının hediye ettiği ve hep yanında taşıdığı bir kavanoz, Polonya toprağı ile birlikte kalbi de, isteği üzerine Polonya’da bir kilisede yapılan anıta gömülmüştür.
Vasiyetinde iki isteği vardı: Onurlu bir şekilde gömülmek ve yayımlanmayan bestelerinin yakılması. Bunlardan sadece ilk isteği, abartısız şekilde ailesinin ve dostlarının katıldığı bir törenle gerçekleşti. Chopin’in yakılmasını istediği eserleri ise hâlâ kalbimize dokunmaya devam ediyor.