Ana Sayfaİnsan ve ToplumBiyopolitikanın diktasında I: Din ve tıbbın rölativizmi

Biyopolitikanın diktasında I: Din ve tıbbın rölativizmi

-

Foucault’cu perspektifte, Batı kültürü ve belirli ölçüde bir bütün olarak insan kültürü, vücudun olağan dışı özelliklerini üç temel kurumsal düzen yani din, tıp ve hukuk aracılığıyla kontrol altına almıştır. Din varlığımızı manen geliştirmek için insan bedenini çeşitli ritüel pratikler aracılığıyla düzenlemiş ve kısıtlamıştır. Tıp, vücut olarak bedeni düzenleme, sınırlandırma ve kendine tabii kılmaya çalışmıştır. Son olarak hukuk, özellikle suçu ceza yasalarıyla kontrole ve bilhassa kentli nüfusu gözetim altına almaya çalışmıştır (Turner: 2011).

Bryan S. Turner‘a göre, medikalin insan ile ilişkisini incelerken sağlık sosyolojisinin, çalışmaları üzerine bir bilgi sosyolojisi perspektifi geliştirmesi önemlidir. Öyle ki; hastalığın ne olduğu üzerine betimlemeler ve bunun üzerinden geliştirilen ne yapılması gerektiği gibi bir dizi süreç, kültürel kategorilerle birlikte, bizzat toplumsal olgular olarak sağlık ve hastalığın tarihsel inşasıyla ilgilidir ve bu sürecin karşılaştırmalı olarak ele alınması gerekmektedir.

Örneğin, Batılı sağlık ve tedavi kategorilerinin, Çin’de geçerli olan kategorilerden önemli ölçüde tarihsel farklılıklar sergilediği pek iyi bilinmektedir. Zira bu, akademinin ve akademideki kolektif komünikasyon ağlarının veya bilgi etkileşimin yetersizliğinden kaynaklanan bir ayrımı ifade etmekten öte; toplumsalın ürettiği ‘bilgi’ye ve bilginin inşa sürecine dayanır ve ayrıca bilginin bu inşası ve onun kullanılma süreci, güç ve otorite dengesi üzerine önemli bir konumu taşır.

Tıp üzerine bilgi sosyolojisi perspektifi, tıbbi kategorizasyonun tarihine yönelik bir ayrıntıya dikkat çeker; o da tıbbi rölativizmdir. Farklı tipten toplumların farklı tipte hastalıklara ve farklı tedavi yaklaşımlarına sahip oldukları kesinlikle doğrudur; bu çeşitlilikler ilgili kültür ve toplumsal düzenin ürünüdür. Üstelik bu rölativizm, medikal modelin otoritesini ve güvenini tehdit ettiği gibi diğer yandan tıp kendi mesleki bilgisini kompleks bilgi kodlarıyla inşa ve koordine ettiği için aynı zamanda bu otoriteyi pek iyi koruyabilmektedir. Bilginin ‘hakimiyetini’ kendi monopolünde tutarak, medikal otorite kendine karşı geliştirmiş olduğu tabiiyeti de kontrol eder.

Böylelikle bilgi üzerine kurulan hakimiyet, sosyal mesafe temelinde mesleğe dair, dışarıdan müdahaleye karşın korunaklı bir statü içinde sosyal kontrol kazandırır. Mesleki bilgi, bir doğa bilimi içinde temellendirildiğinde rutin pratiklerin temeli haline gelebilir. Bu bilgi biçiminin sonucu, mesleğin parçalanması ve bürokratik araçlarla dışarıdan kontrol edilmesi ihtimalidir. Jamous ve Peloille‘ye göre, bu yüzden mesleklerin kendilerini bu tür bir rutinleşmeden koruyacak bir engele ihtiyaçları vardır ve bu engel mesleki bilginin belirsizliği sayesinde oluşturulur; mesleğin, kendi bilgilerinin sistematik ve rutinleşmiş bilgiye indirgenemeyecek belirli bir mesleki tutum ve ehliyetliliği gerektirdiğini vurgulayan gizemli bir yanı olması gerekir (Turner: 2011). Böylelikle bilginin kendi mesleki temellerinde kodlanması ve bunun devamında ‘yorumlayıcı’ bir rölativizmin gelişmesi, mesleğin kendi bilgi yapısının pratiklerle rutinleşmesinin ve dışarıdan gelecek düzenlemelerin önüne geçilmesini mümkün kılıyor.

Terence James Johnson‘a göre ise mesleki ilişkide belirsizlik arttıkça, müşteri ve uzman arasındaki sosyal mesafe ve böylece müşterinin uzmana bağımlılığı da artacaktır (Johnson: 1977). Zira bu bakımdan dini kanaat gruplarının kutsal bilgi, irade ve bunların üzerindeki hakimiyeti ve yetkinliği düşünüldüğünde, dinin insan bedenindeki ve yaşamındaki otoritesi ve baskınlığı daha iyi anlaşılacaktır. İlahi kudret ve onun bahşettiği öğretiyle özdeşleşen ilahi kanaat ve o kanaate sahip olan söylem aynı zamanda insan yaşamına ve bedenine dair birçok şeyi söyleme ve belirlemeye de muktedir olarak kabul edilebilir. Buna fenomenolojik olarak bakacak olursak, bilgiye sahip olma ve onu kullanabilme ilişkisi içinde müthiş bir kontrol gücünün de ele geçirildiği görülebilir.

Yeryüzünde farklı dillerde görülen yoğunluk, insanların çok yakın topluluklar halinde yaşadığı yerlerde rastlanır. Papua Yeni Gine adasında 800 ile 1000 civarında birbirinden ayrı insan dilinin konuşulduğunu söyleyen Mark Pagel, dili kullanma şeklimiz üzerine sadece işbirliği için değil, belli bir işbirliği grupları etrafında çember çizmemiz ve kimlikler inşa etmemiz amacıyla geliştiğine dikkat çekiyor. Üstelik bilgilerin ve yeteneklerin dışarıya sızmasını kontrol edenin ve yine yakın topluluklar arasındaki bilgi temelinde “kültürleşmenin” yavaş olmasının nedeninin dil olduğunu vurguluyor (bkz: Dil insanlığın şeklini nasıl değiştirdi?).

John Zerzan‘a göre ise dil, açıklığın ve doğayla ortaklığın hüküm sürdüğü bir yaşamdan, sembolik kültürün yükselişinden sonra ortaya çıkan tahakküme ve evcilleşmeye yönelik bir yaşama geçişi temsil etmiş olmalıdır. Sadece 10.000 yıl gibi kısa bir süre önce ortaya çıkan çiftçilik çabucak zafer kazandı; çünkü kontrol, tam da doğası gereği, yoğunlaşmaya yol açar (Zerzan: 2013). Bu çerçevede, dilin ve bilginin inşasıyla kurulan otoritenin insan yaşamındaki yerini anlamak önemlidir. Ayrıca insan psikolojisindeki gereksinimler hiyerarşisinde yer alan bilişsel (kognitif) süreçlerden duyulan hazlar, bilgiyi elde etme ve onu yönetme üzerinden geldiğini anımsamak anlamlı olacaktır. Çünkü kognitif hazlar, bilgiyi elde etme, onu kullanma ve onun üzerinde kurulan otorite ve bilginin sunumuyla oluşturulan tabiiyetin yeniden inşa ettiği otoriteyi yönetmek gibi bir dizi ilişkiden ileri gelir.

Melankoli ve diyetin ruhani yorumu

Protestanlık sadece dünyayı reddetmeye değil, aynı zamanda disiplin ve düzen empoze ederek ve sistematik bir hayat tarzı yaratarak onu hakimiyeti altına almaya çalışmıştır. Bu disiplinler vicdan eğitimi sayesinde ve gündelik ilişkileri düzenleyerek tutkuları boyunduruk altına almaya çalıştılar. Bu bağlamda, Weber‘in askeri disiplinde ve manastır faaliyetlerinde çileciliğin kökenleri analizi ile Foucault‘nun modern tarihsel dönemde disiplin pratiklerinin kökenleri üzerine kültürel araştırması önemli bir paydada buluşur: Çileci disiplinlerin kişisel gözetim ve toplumsal düzenleme biçimleriyle sosyo-politik yaşamı kontrol altına alma. Tüm bu disiplin, pratik, kurum ve bilgilerin daha genel düzeyde insan yaşamını kontrol altında tutmaya çalıştığı görülebilir.

Din ve tıp arasındaki ilişki oldukça eski bir kökene dayanır, ‘bedeni korumak’ ve ‘ruhu korumak’ kavramları ile bu iki alan arasında kimi dönem örtüşük bir düzlem oluşsa da bazı gerilimlere taraf olmaktaydılar. Sağlık hizmetleri karşılığında bir ücret ödenmesini, kilise sorunlu buluyordu. Zira Hıristiyan gelenek tıbbi müdahaleyi bir hayır biçimi olarak görmekteydi.

Grek tıp geleneğinde rahatsızlıklar doğal olayların bir sonucuydu, miras aldığı bu anlayışı kendine göre ahlakileştiren Hıristiyan tıbbı, rahatsızlıkları tanrının verdiği bir ceza ya da ruhun terbiye biçimlerinden biri olarak kabul ediyordu. Bu yorumlar en yoğun şekilde melankoli ve obezite üzerinde görülüyordu. Turner’a göre (2011) 1880’lerde Lister‘ın artan otoritesiyle mikrop teorisi egemen konuma gelmeden önce geleneksel Avrupa tıbbının kökleri Greklere kadar uzanan tıbbi pratiklerin hakimiyetindeydi:

“Hastalıkların kaynağında bedensel salgıların olduğu teorisi Hipokrat, Empedokles ve Galen kaynaklı Batılı tıbbın temel bir çerçevesini oluşturmaktaydı. Bu bedensel salgı teorileri dünyayı dört temel elemente (ateş, toprak, hava ve su), dört niteliğe (sıcak, soğuk, kuruluk ve nem), dört salgıya (kan, balgam, sarı safra ve siyah safra) ve dört kişilik tipine (iyimser, sakin, ters ve melankolik) ayırmaktaydı. Örneğin, melankoli siyah safranın aşırı salgılanmasının sonucu olarak analiz edilirken, melankoli tanımının kaynağı Büyük Gregory (540-604) sayesinde yaygın kabul gören yedi öldürücü günah fikriydi. Gregoryen liste aşırı kendini beğenmişlik, hiddet, kıskançlık, keyifsizlik (‘isteksizlik hali’ ya da ‘hüzün’), açgözlülük, oburluk ve zinayı içermekteydi.”

Geleneksel tıpta beden belli bir dengeye sahip bir organik sistem olarak yorumlandı ve rahatsızlıkların nedeni de bu salgıların az veya çok salgılanması olduğu için tedavi, bedenin bu dengeyi yeniden kazanmasından geçiyordu. Buna yönelik tedavi pratikleri ise diyet, egzersiz, kan akıtmak ve dinlenme ile sınırlıydı. Bu bağlamda Turner, bedeni hidrolik bir sistem olarak gören Greklerden miras kalan bu medikal anlayışa dikkat çekiyor ve ekliyor:

“Melankoli başlangıçta keşişlere özgü bir durumdu ve farklı biçimlerde ‘hüzün’ (üzüntü ve keder), ‘çaresizlik’ (umutsuzluk), ‘halsizlik’ (duyarsızlık ve miskinlik) hali olarak betimlendi. Çaresizlik günahkar hüzünle, yani keşişlerin manevi hüznüyle bağlantılıydı. İsteksizlik günah çıkararak tedavi edilebilecek bir manevi zayıflıktı. Kilisede 12. yüzyılda yeni tövbe el kitaplarında miskin isteksizlik hali, özellikle belirli dinsel görevlerin ihmal edilmesi giderek daha fazla ele alınmaya başladı ve panzehir dua ve etkinlikti. Ortaçağ‘da kederliliği içsel manevi can sıkıntısı ve umutsuzlukla ilişkili koşullar içinde ele alan iki model ortaya çıktı. İkinci olarak, ihmal, aylaklık ve miskinlikle ilişkili davranış özellikleri söz konusuydu.”

Katolik kilisenin isteksizlik hali öğretisinin yerini Protestan laik tıbbi görüşler aldı. Protestan ahlakta çileciliğin maneviyattan iktisadi alana çekilmesiyle aktiflik ve başarıya önem atfedilirken, aylaklık ahlaki olarak yozlaşma olarak görülüyordu. Öte yandan Turner, dinsel çerçevede diyetin iç bedenin kontrolü olarak görüldüğünü, laik tıbbi pratikte ise uzun ömür ve cinselliğe ilgi nedeniyle daha çok dış bedenin düzenlenmesi olarak öne çıktığını ileri sürer. Aslında bu betimlemenin amacı, laikleşme süreci sonucunda günah ve hastalık kategorilerinin bağımsız ve uzmanlaşmış bileşenler olarak geliştiklerini göstermek olsa da, tıbbi söylemin hala birey ve toplumsal düzen hakkında bir ahlaki bakış açısı içerdiğini düşünür.

Antropolojik açıdan bakıldığında medikalin tarihsel olarak ne gibi değişiklikler yaşadığı, bilginin inşasında kültürden kültüre birçok farklılıklar gözüktüğü gibi, aynı toplum içinde dahi bilginin ve bilgiye bakış açısının nasıl değişimlerden geçtiğini bugün küreselleşen ve bilginin daha akışkan olduğu bir dünyada gözlemlemek daha mümkün. Ancak insan bedeni üzerinde kurulan tahakküm sadece medikal ve din ile mi sınırlı? Bunu da bir sonraki yazıda göreceğiz.

Kaynaklar:

Turner, Byran S. Tıbbi Güç ve Toplumsal Bilgi. Bursa: Sentez, 2011.
Zerzan, John. Gelecekteki İlkel. İstanbul:Kaos, 2013

SON YAZILAR

Hiçliğe Övgü

Yanılgılarının kıyısındaki sonsuz evrende bilinmezliğe yelken açtın. Ne kovaladığın bir şey vardı ne de aradığın herhangi bir şey… Sislerin arasında yol alırken, güneşe kavuşacağını ummaktan...

Nedir bu normal?

Normal, Latincesi normalis olan “gönyeli, ölçüye uygun” sözcüğünden gelmektedir. Ayrıca Fransızca normale de “kurala uygun, kurallı” sözcüğünden alıntıdır. Norm, Fransızca norme "kural, standart, ölçü" sözcüğünden gelmektedir...

Tek kişilik azınlık

Sürekli bir şeylere yetişme çabası... Hep geç kalmışlık hissi içerisinde geçen günler... Düşünmeye bile zaman bulamayan insan selleri... Düşünmek bile istemeyen ve bundan kaçmaya çalışan...

Sessizliğin Sesi ve Mizofoni

Sümer’in baş tanrılarından Enlil, bir gün insanlardan çok rahatsız olduğu için onları yok etmeye karar verir. İnsanlardan rahatsız olmasının tek nedeni ise çok fazla üremeleri...
Ümit Ninova
Ümit Ninova
Canlı olmanın gereği iletişim ve etkileşim kurabilmenin, görece evrimsel hakikat düzleminde en dinamik pragmatikler itkilerii olduğuna inanır. Diyalektiğin bahşedeceği en verimli olasılıkların bu kurgu deviniminden tüm sosyal yaratımları gerçekleştireceğinden, bilinemez yansımaların tarihe ve kültüre neşretmesini gözlemler. Absürdizmin yapma yaşamlar sahnesi... Yoldayız.

ÇOK OKUNANLAR

95,278BeğenenlerBeğen
17,593TakipçilerTakip Et
22,156TakipçilerTakip Et
243AboneAbone Ol