21 yaşına basan Tim Lake, ailesindeki tüm erkeklerin sahip olduğu gizli bir yeteneğinin olduğunu öğrenir. Lake ailesinin tüm erkekleri zamanda seyahat etme yeteneğine sahiptir ve Tim de artık bunu kullanabilecektir. Bunu fırsat bilen Tim, geçmişindeki utanç verici anlara gidip olayları değiştirmeye başlar. Kısa bir süre Londra’ya taşınır ve son derece çekici bir kadın olan Mary’e aşık olur.
Tim, herkesten gizlediği yeteneğini ilişkilerine de yeni bir ‘boyut’ getirmesi için kullanmaya başlar ve bu sayede her adımı hatasız atlatmayı planlar. Ancak bir süre sonra her sorunu bu şekilde çözemeyeceğini ve hataların da hayatın gerekli birer parçası olduğunu fark eder.
Yönetmenliğini ve senaristliğini Richard Curtis‘in üstlendiği filmin başrollerini ise Domhnall Gleeson ve Rachel McAdams üstleniyor.
Filmi ilk izlediğimde bana müthiş bir yaşam enerjisi verdiğini ve alt metninin hayat felsefem halini aldığını söylemeliyim.
İkinci izleyişimi ise hayat felsefem olarak benimsemeye çalıştığım alt metnini özümseyebilmek, kolayca hatırlayabilmek için yaptığımı itiraf etmeliyim. Ama üçüncü izleyişimde daha film başlarken kafamı kurcalayan sorular şunlardı:
- Neden ailenin sadece erkeklerinin geçmişe gidebilme yeteneği varken kadınların hiçbir yeteneği yok? Bu sorunun cevabı üzerine çok düşünmedim elbette. Geçelim.
- Sadece geçmişi ziyaret edebilmek neden doğaüstü bir yetenek olarak addedilmiş? Neden sadece geçmiş? Filmin yönetmeni bir kadın olsaydı bunun “akılları sonradan başına gelen erkekler”e bir gönderme olduğunu düşünebilirdim. Yine de Curtis’in birçok romantik komedi filminin senaryosuna imza attığı düşünüldüğünde bu şüphem geçerliliğini koruması için burada dursun.
- Geçmişte utanç duyduğumuz anları uzunca bir süre düşündükten sonra bile kolay kolay hatırlayamıyoruz; demek ki filmi bir bilinaçltı temizlemesi olarak nitelendirebiliriz. Bu bağlamda esas oğlanın aşık olduğu kızla olan anlarına dönüp dönüp işleri yoluna koyma çabalarını bilinçaltımızda halledemediğimiz mükemmel kadın/erkek/aşk prototipini elde etmeye çalışma “güdü”sü (id’i) olarak isimlendirmemiz çok da yanlış olmayacaktır.
Buradan yola çıkarak filmin; Freud’un “Düşünce; arzunun çarpıtılmış biçimidir” teorisinden yola çıkan; “hayal etmenin bile tatmin edici bir süreç olduğu” fikrine ispat mı onu tartışalım.
Esas kızla ilk karşılaşma: Kapkaranlık bir restoran. (Londra’da bulunan “Dance Le Noir isimli bu restoranın konsepti ziyaretçilerin karanlıkta daha önce görmediği insanlarla sohbet edip yemek yiyerek sosyalleşmelerini ve böylece görme engelli olmanın zorluklarını anlamalarını sağlamak, bu konuda farkındalık yaratabilmektir.)
Esas oğlanımız bu restoranda rehber tarafından yanına oturtulduğu kızla muhabbet etmeye başlar ki biz de bu sahnede hiçbir şey görmediğimiz, sadece seslerini duyduğumuz ve esas kızı henüz görmediğimiz için hayal etme algısına kapılırız ve bu bizi esas oğlan dışarı çıkıp esas kızın çıkmayı beklerkenki merakına ortak eder.
Yönetmenin Freud’a gönderme yaptığı bu ilk sahnede, esas oğlan esas kızın telefon numarasını alır ancak sonradan geçmişe gidip ters giden bir şeyleri düzeltmeye kalktığında telefon rehberinden kızın numarasının silinmiş olduğunu görür. Bu da bir şeyleri değiştirmek için her geçmişe gidişimizde o andan sonra olan olayların da yaşanmamış kabul edildiğini öğrendiğimiz sahnedir.
O karanlık restoranda muhabbet ederlerken kızın söylediklerinden aldığı ipucuyla peşine düşer ve sonunda gideceğini tahmin ettiği sergide onunla karşılaşmayı başarır ancak bu ilk karşılaşma bir yalan üzerine kuruludur. Üstelik bir erkek arkadaşın varlığından da haberdar olunca bütün ayrıntıları öğrenip geçmişe giderek tanışmalarını engeller ve kaderle ilk oynayışı başlar.
Bu süre içinde geçmişe kaçamakları küçük zararsız şeylerdir ancak kardeşinin hayatının iyice kötüye gittiğini fark ettiğinde kaderle ikinci oynayışı için kolları sıvayacaktır; üstelik sırrını paylaşarak. Geri geldiğinde elbette her şey eskisi gibi olmayacaktır.
Esas kızımız üçüncü çocuğuna hamile kalmak istediğindeyse bu teklifi kanser olan babasının ölümünü ertelemek için her defasında geçmişe giden esas oğlanımızın kaderle imtihanı başlar. Çünkü üçüncü çocukları olduktan sonra babasını görmek için geçmişe gitmek isterse çocuğunu kaybedecektir. Buraya kadar başrolü elinde tutan ego artık yavaş yavaş sahneden çekilmeye başlayacaktır.
Bu noktada karakterle birlikte bizim de iç hesaplaşmamız başlar. Olayların akışı sırasında sergilediğimiz kontrol müdür hayatımızı kurtaran yoksa akışına bırakmayı kadercilikle mi karıştırıyoruzdur?
Süperego devreye girerek onu geçmişe dönmekten vazgeçirdiğinde esas oğlanımız hayatının felsefesini şekillendirecek ve her günü sanki kasıtlı olarak o günün tadını çıkarmak için dönmüş gibi, sanki sıradan hayatının en son günüymüş gibi yaşamaya karar verecektir.
Esas oğlanın bu kararı aldıktan sonraki hayatında ne kadar mutlu ve huzurlu olduğuyla ilgili birkaç sahneden mahrum bırakmıyor bizi yönetmen ama filmin başında ve sonunda babanın yaptığı iki konuşmada gördüğüyle yetinmeyen seyirciler bunun fantastik bir film olmadığını düşününce geçmişe dönebilme yeteneğinin Freud’un “hayal etmenin bile tatmin edici bir süreç olduğu” fikrinin illüzyonu olduğunu fark edecektir.