Aşk nedir? Bilimsel tanımı nedir? Kalple alakası nedir? Neden adına bu kadar şiir yazılır? Peki ya sevgi? Bazı büyüklerimiz der ki sevgi aşktan yücedir.
Aşk gerçekten yüce bir his midir? Birçoğunuzun buna düşünmeden “evet” cevabı vereceğine eminim. Fakat ben daha gerçekçi bakmayı seçeceğim ve inanın gerçekçilik çoğu zaman en doğrusudur.
Freud “Aşk yoktur libido vardır” der. Fromm’a göre aşk, cinsel çekimden ibarettir. Bilime göre ise aşk (biyoloji, sosyoloji, evrimsel psikoloji) çiftleşmeye uygun bir “eş” fark edilmesi durumunda vücudunuzun sinyal vererek sizi uyarması ve beyninizin salgılattığı hormonların da yardımıyla o kişiye yönelmeniz anlamına geliyor. Bu arada, aşk halinde salgılanan hormonları salgılatmaya yarayan bir sürü uyuşturucu veya yasal madde olduğunu da belirtmek isterim. Yani bu maddeleri alırsanız âşık hissedebiliyorsunuz. Bu da aşkın madde üstü bir şey olmadığına delil sayılabilir.
Aslında hayvanlarda gayet net bir şekilde ve neredeyse ilkel hali ile gözlemleyebildiğimiz bu durum insanlarda, aşk dediğimiz sanallık ile maskelenmiş ve daha karmaşık hale getirilmiştir. Öncelikle aşkın yüceltilmesine dikkat ediniz. Aşk dediğimiz şey daha küçük çocukların bile ağzında dolanan şarkılarla yüce bir durum olarak beyinlerine işleniyor. Birçok çocuk şarkılardaki gibi aşk yaşama hayali ile büyüyor. Çocuğa yaşatılan bu illüzyonlar çok zaman çocukların psiko-seksüel gelişiminde travmaya neden olabiliyor.
Dil ne derse zihin onu anlar
Aşk masalları ile büyütülen çocuklar özellikle de kadın olanları, istismara açık halde büyüyorlar. Çünkü sürekli aşk için yapılan fedakarlıklar ve aşkın yüceliği, ulaşılması gereken görkemli tepe, bir hedef olarak onlara enjekte ediliyor. “Aşk”ın, sahiplenmenin ve sahiplenilmenin (metalaştırma ve metalaşmanın) yüceltilmesi çocuklarda birine ait olmak ve birine sahip olmak düşüncesinin yani metalaştırmanın sevgi sanılmasına neden oluyor. Sahip olma eğilimi ise korumacılığı, saklama eğilimini, kapsayıcılığı, izole olmayı, şiddeti, kısıtlamayı ve sınırlamayı doğuruyor.
Ama ne olursa olsun yaşanan berbat hatta tiksinç bir ilişki bile olsa bu iki kişi arasındaki aşk yüceltilebiliyor. O kadar rezilliğe rağmen hâlâ birlikte olmalarının tek sebebinin aslında cinsel uyum olduğunun farkında bile olamıyorlar. Aşk illüzyonu gerçeklikten bu şekilde kopmamızı sağlıyor. Gerçeklikten kopmak sarhoş olmak gibidir. Gerçekle yüzleştiğinizde kullandığınız cep telefonu ve cüzdan çalınmış olmayabilir fakat sizin hayat enerjinizi sömürecek büyük bir depresyonun içine düştüğünüzü fark ettiğinizde de çok geç olabilir. O yüzden gerçeklikten kopmamak çok önemlidir.
Peki, aşk neden bu kadar yüceltildi? Bence, cevabı çok basit. Eğer kişiler aşka dönüşmüş olan hissin aslında cinsel çekim olduğunu bilse bunu bu kadar rahat yaşayamayacaklardı. Aşk aynı zamanda kutsanıyor, böylece dini kurallar da aşk karşısında esnetilmiş oluyor. Bu şekilde baktığımız zaman aşk aslında cinsellik için bir araç.
Sevişmeden aşk yaşayanlar?
Aşkın tatmini zamanla ve kişiye göre; sahip olma, tahakküm altına almaktan zevk almaya dönüşmüştür. Bu durumda cinselliği yaşamayan biri bu şekilde tatmin olabilir. Toplumsal cinsiyet rolleri açısından bakacak olursak cinsellik yaşamayan biri sırf toplumsal cinsiyet rolünü yerine getirmek (erkek ya da kadın olduğunu ispatlamak, bir sevgiliye sahip olmak) için aşk yaşıyor olabilir. Buradaki tatmin gene sevgi ile ya da kendin olma ile ilgili değil alışveriş ya da yararlanma türü bir tatmindir. Çıkarcıdır.
Bunları neden anlatıyorum?
Ben diyorum ki, evet, aşk daha tutku doludur ve güçlü bir histir, ama geçicidir. Sorun aşkın sevgi sanılması. Aşk durumunda sağlıklı kararlar verememek gibi bir sorun var mesela. Etrafınızda güçlü aşk ile başlayan birlikteliklere bakınız. Birçoğu kısa sürmekte. Hatta kısa süren evliliklerin birçoğu da aşk sırasında karşı tarafın bize uyumlu olmayan ve sorun çıkaracak yanlarını göremememiz nedeni ile son buluyor. Aslında toplum çözmüş: Aşkın gözü kördür.
Aşk, cinsellik ve tahakküm ile yoğun bir şekilde tatmin edilip, sosyal açıdan da artık karşı tarafta merak edilecek bir şey kalmayınca geçen bir his. Bu yüzden entrikalar her zaman aşkı canlı tutar. Fakat bu da çözüm değildir. Entrikalar aşkı hastalıklı ve saplantılı bir hale getirebilir. Bu durumda çiftler arasında birbirinden aslında nefret eden ama birbirine sahip olma hırsını aşk adı altında yaşayan tehlikeli bir ilişki doğar. Bir çoğunuzun etrafında birbirine fiziksel ya da psikolojik açıdan zarar veren ama hala birlikte olmayı sürdüren çiftler vardır diye düşünmekteyim.
Tabii bazı zamanlar, şans eseri, bize çok uygun biri ile birlikte olmamız durumunda aşk sevgiye dönüşebilir ve uzun soluklu ve daha samimi bir ilişki başlayabilir.
Sevgi ve aşk arasında fark var
Örneğin aşk daha çok sahiplenme yaklaşımı içerir. Benim sevgilim, benim eşim gibi sözler içeren yaklaşımlar buna örnektir.
Aşk, sahip olma eğilimini içerdiği için hırslıdır. Hırs çoğu zaman ilişkiler açısından zararlıdır. Hırs birçok defa da şiddete erişir. Aşk ile yürüyen birlikteliklerin sonu da şiddetlidir. Fakat sevgi daha özenlidir ve şiddetten uzaktır. Şiddet sevmediğine uygulanır ve genelde sebebi aslında onu sevmemendir. Yani “seven kıskanır“, “seven sahiplenir“, “sever de döver de” gibi dile yerleşmiş mazoşist ya da sadist anlam içeren cümleler aslında aşkı işaret eder.
Aşkın sevgi sanılması ise kıskanmamak, sahiplenmemek durumunda sevgi eksikliğinin var olması gibi bir yanılgının doğmasına neden olur. Oysa sevgi böyle bir şey değildir. Birine sahip olmak, onu metalaştırmaktır. Kıskanmak ise aslında maddelere duyulan bir histir. Birçok aşk ilişkisinin sonraki dönemlerine bakınız. Aşkın bitişi ile normal derecede üzülen taraf, bir tarafın başka biri ile ilişki yaşadığını öğrenince sinirlenir. İşte bu metalaştırmanın işaretidir. Çünkü bir oyuncağının ya da eşyasının çalınması gibi refleks verirler. Eski sevgilinin yeni sevgilisi ondan bir “malı” çalmış hırsızdır artık ve ona öfke duyulur. Tıpkı aşkın sevgi olduğu aldatmacası gibi buradaki his de yalandır.
Birinin sevgilisini sahiplenmesi, onu malı gibi saklamaya çalışması “sevilen” kişiye hakarettir. Yaşadığımız toplumda daha çok erkeğin kadını metalaştırması göze çarpmaktadır. Örneğin erkeklerin kadınları türbana, çarşafa kapatmaya çalışması aslında malları gibi gördükleri kadına sahip olmanın vermiş olduğu tatminin doruk noktalarıdır. Erkek sahip olma eğilimini tatmin etmek için kadına hayatı zindan etmekte, kadının kendisi olmasını engellemekte ve onu köleleştirmektedir. Ama birçok kadın evliliğin kutsallığı aldatmacası ile hayatının en büyük hedefi olarak bir erkeğe “sahip olmak” amacını taşıdığı için metalaştırma bu tipik ilişkilerde çok yaygındır. Tatmin sonucu gelen tatminsizlik aldatma ile sonuç verebilir.
Hırs, görmeyi ve hissetmeyi engeller
Değinmek istediğim başka bir konu ise aşkın şiddetle bir olmasının sonuçları; şiddet ve hırs dünyanın ya da sistemin devam etmesi için gerekli olan bir şey. Eğer hırs ve şiddet olmaz ise kapitalizm devam edemez çünkü kapitalizmin piyasası hırs üzerine kurulmuş.
Bu piyasada batmalar ve çıkmalar çok fazla ve bizlerin bu batma çıkma durumunda batanları görmememiz isteniyor, hırs bizim görmemizi ve hissetmemizi engeller, çünkü kısmen bilinç dışına çıkılır. Ayrıca sistemin sürmesi için savaş ve çatışma koşulları da gereklidir. Savaş da genel olarak sahip olma eğiliminden ortaya çıkar.
Bu noktada hırslı insanlar savaşmaya daha yatkındır. Hırslı toplum ise savaşa yatkın toplumdur. Savaş ve çatışma durumları, en büyük endüstrilerden biri olan silah pazarını doyurur ayrıca toplumsal dizayn da bu savaşlar sayesinde yapılabilir.
Hırstan ve şiddetten arınmış ya da mevcudundan bunu bulundurmayan ilişkilerin çok olması dünyayı daha az savaşı olan, daha az açlık olan ve daha fazla sevgi olan bir hale getirecektir. Bu durumda yardımlaşma da artacaktır. Yardımlaşmanın olduğu yerde kapitalizm yeteri kadar sömürü elde edemez. Fakat medeniyetin bizleri gittikçe ayırdığının da altını çizmek gerekir.
Sevgi nedir?
Sevgi benim tanımını yapamayacağım ama örnekler verebileceğime inandığım bir şey. Ben öncelikle sevginin şartlara bağlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar az şarta ve koşula bağlanırsa o kadar saf bir şekilde hissedilebilir. Örneğin biri ile ilişkiye başlarken ondan beklentilerimiz vardır. Bu beklentiler aslında toplumsal kodlarla belirlenmiş ve yanlı beklentilerdir. O da beni sevsin, yalnızca benle sevişsin, ömrünün sonuna kadar benim olsun, güzel olsun, şu hareketlerini değiştirsin vesaire.
Oysa bir sokak köpeğini severken ondan neler bekleriz? En fazla onu sevmemize itiraz etmemesini bekleriz bence. Yani sokak köpeğini seviyoruz onu okşuyoruz diye ondan bir şey beklemeyiz. Hatta bize onu sevmek istedik diye saldırsa bile ona kızmayız. Sevgi, hırs barındırmadığı için sinirlenmez sevdiğine. İşte bu örneklendirebileceğim sevgi çeşitlerinden biridir. Hayvanlarla aramızda insanlarla aramızda olduğu gibi gelişmiş bir dil olmadığı için onlara olan temaslarımızda iletişimimizi hislerimiz ile sağlıyoruz. Bu da sevgiyi hissetmemize olanak sağlıyor. Fakat karşı taraftan sevgisini göstermesini beklediğimizde işler değişiyor.
Dil iletişimi bulanıklaştırıyor. Hissetmemizi engelliyor.
Dil hisleri tanımlamaya yetmez. Eğer sevgiliye “Beni seviyor musun” diye soruyorsanız bunun nedeni onun sevgisini hissedememenizdir. Fakat burada suçlu olan sevgili değil toplumun yanlış kodlanmış alışkanlıklarıdır.
Bülent Somay der ki, “Dil”in hisleri açıklamakta yetersiz kalmasının sebebi “dil”in hislerden daha sonra ortaya çıkmış ve icat edilmiş olmasıdır. Annenin çocuğuna olan sevgisi koşulsuz ve en saf olanıdır ve dile gerek duymaz. Ayrıca anne ve çocuk bir zamanlar bir beden oldukları için aralarındaki hissetmeye dayalı iletişim çok güçlüdür.
Birçoğumuz annemize sarıldığımızda rahatlar ve güvende hissederiz. Çünkü bir zamanlar dünyanın en güvenli yeri olan anne rahmindeydik. Anne rahminin dokusu aynı zamanda teni olduğu için anne teni güven ve huzur hissi verir. Annemizin bizi sevip sevmediğini genelde sormayız. Çünkü hissederiz.
Hissedemiyorsak suçlu sevgili mi? Biz mi?
Aslında eğer sevgili olan kişinin bize olan sevgisini hissedemiyorsak bunun sorumlusu ne odur ne de biziz. Bu bir yanlış anlama ve anlatma durumu. Çocuk birçok şeyi aileden öğrenir. Karakterini kendi özünün yanısıra dış etkenler de belirler. Dil öğrenildikten sonra hissetme kabiliyeti azalır. Sonra anne çocuğa sevgisini nasıl ifade ediyorsa o çocuk da büyüyünce sevdiğine sevgisini aynı şekilde göstermek isteyecektir. Fakat sevilen kişi eğer ailesinden, annesinden sevginin başka türlü ifade edildiğini öğrenmiş ise bu durumda çocuğun sevgisini algılayamayacak hatta çocuğun sevgiyi gösterme şekli saçma gelecektir.
Mesela, bir anne çocuğuna sevgisini ona sürekli hizmet etmek, üstüne titremek olarak gösteriyorsa çocuk büyüdüğünde sevdiğinden hizmet edilmeyi bekleyecek ya da sevdiğine sevgisini hizmet ederek göstermeye çalışacak. Ama diğer kişinin annesinin sevgi gösterme şekli bu olmadığı için hizmet bekleyen çocuk sevilmediğini düşünecektir. İletişim yalnızca ses ile değil beden dili, tavır ve davranışlarla da yapılır.
Oysa sevgi ölçülebilir ya da kanıtlanabilir bir şey değil. Cevabı almanın tek yolu hissetmektir. Hissetmek ise medeniyet tarafından köreltilen bir özelliktir. Hayatta kalmamız medeniyet tarafından garanti altına alındıkça hissetme kabiliyetimiz de zayıflamaktadır. Çünkü hissetmek geçmişte hayati idi. Geçmişte henüz medeniyet kurulmamışken size yaklaşan bir avcı hayvanı hissedebilme yeteneğiniz vardı. Çünkü o zamanlar doğadaydık ve etrafımızdaki tüm seslere ve değişimlere karşı ilgi içindeydik. Bu da bizim sürekli tetikte olmamızı ve hissedebilmemizi sağlıyordu. Günümüzde ise medeniyet ve teknolojiyle birlikte hissetmenin gücü ve önemi azaldı. Artık karşı tarafa direkt soruyoruz: Beni seviyor musun? İşte bu da bizi hayvanlardan iyice ayırmakla kalmayıp aynı zamanda daha çok yalanı olan bir dünya kurmamıza neden oluyor. Gerçeklikten kopuyoruz, gerçeklik bizi uyandırana kadar.