Sanatçı dostlarımla gerçekleştirdiğim söyleşileri dönem dönem bu köşede Atölye Sohbetleri adı altında sizinle paylaşacağım. Siz de bu değerli sanatçıları yakından tanımak ve keyifli sohbetlerimize eşlik etmek isterseniz Atölye Sohbetleri’ne bekleriz. İlk atölye söyleşimizi beni kırmayan sevgili dostum Burcu Tuna Yosunlu ile yaptık. Umarım siz de okurken bizim kadar keyif alırsınız.
Birçoğunuz Burcu Tuna Yosunlu’yu yakından tanısanız da söyleşimize geçmeden önce kısaca kendisinden bahsederek hafızalarımızı tazelemek isterim.
1986 doğumlu Burcu Tuna Yosunlu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Ana Sanat Dalı bölümünden mezun olduktan sonra Kavak Yelleri, Muhteşem Yüzyıl, Eve Düşen Yıldırım, Sen Benimsin, Babam ve Ailesi, Siyah Beyaz Aşk ve Canevim gibi yapımlarda rol aldı. Aynı zamanda tiyatroda da birçok karaktere hayat verdi. Ayrıca Burcu Tuna Yosunlu, VY Atölye’de eşi Volkan Yosunlu ile beraber oyunculuk eğitimi vermekte ve oyuncu koçluğu yapmaktadır.
Neden oyunculuk? Bu kanına ilk nasıl girdi?
Canım Derya, öncelikle seninle bu sohbeti yapmak benim için çok kıymetli. Yıllardır var olan dostluğumuza güzel bir anı daha bırakıyoruz sayende, teşekkür ederim. Oyunculuk maceramdan önce aslında gönlümde doktor olmak vardı, ancak hayat bambaşka bir kesişmeyle yönümü değiştirdi. Kendimi bir arkadaşım vesilesiyle Ankara’daki bir tiyatroda, çocuk oyunu provası yaparken buldum. Sonrasında “Ben bu işi sevdim, okulunu okumak istiyorum.” diyerek, konservatuvar sınavlarına hazırlandım. Hacettepe Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi‘nin konservatuvar-oyunculuk bölümlerini kazandım. Oyunculuğun göbeği de İstanbul olunca, düşünmeden Mimar Sinan’ı tercih ederek başladım macerama.
Birçok karaktere hayat verdin. Peki, hangisi en çok sendi? Bir diğer deyişle, hayat verdiğin karakterlerden hangisi ile özdeşleşen yanların daha fazlaydı?
Aslında kendimden çok da uzak karakterlere denk gelmedim bugüne kadar oynadığım projelerde. Ilımlı, samimi, hoşgörülü, mantıklı, sevgi dolu, anlayışlı kadınlardı genel özellikleri itibariyle. Türkiye’de cast sistemi pek de risk almaya cesaret edemiyor ne yazık ki… Ben de bu örneklerden biriyim sanırım. (Gülümsüyor)
Canlandırmak istediğin ama içinde ukde olarak kalan bir karakter hiç oldu mu?
Tabii ki bir doktoru oynamak… Ama yol uzun, belli mi olur!
Senin için bir senaryodaki en önemli şey nedir? Hikâyesi, kurgusu mu yoksa karakterler ve diyaloglar mı? Ya da başka şeyler mi?
Kesinlikle hikâye. Bence oyunculuk gücünü göstermek, ortaya iyi bir performans ve iyi bir iş çıkarmak istiyorsanız, hikâyeniz sağlam olmalı. Çünkü karakterlerin tutarlılığı, merak unsurları, olay örgüsü sağlam değilse, sizin ne kadar iyi bir oyuncu olduğunuzun da pek bir önemi kalmıyor.
Oyunculuk ve yazarlık arasında ortak bulduğum noktalardan biri de empati gücüdür. Her zaman oyuncuların empati kabiliyetlerinin çok yüksek olduğunu düşünmüşümdür. Bu gerçekten böyle midir? Öyleyse eğer empati gücünü geliştiren oyunculuk mudur ya da tam tersi empati gücü yüksek insanların oyunculuğa eğilimi olması ihtimali mi yüksektir?
Aslında burada her ikisinin de olması mümkün. Neden olmasın ki? Bu, kişinin karakter özellikleriyle ilgili. Kendi özelimde cevap verirsem eğer; bence empati gücüm oynadıkça daha da gelişiyor. Çünkü her projede başka bir karakterin, başka bir hayatın yaşanmışlığı, deneyimi var. O yüzden her defasında yeniden “onunla” empati kurmam, onun gibi düşünmem ve hissetmem, “ona” yaklaşmam gerekiyor.
Yetenekten ziyade azme, pes etmeden ısrarla çalışmaya ve sürekli öğrenmeye inanan insanlardanım. Peki, sence oyunculukta hangisi? Gerçekten yetenek mi, yoksa azmedip çalışmak mıdır işin sırrı?
Kesinlikle senin gibi düşünüyorum Derya’cığım. Her zaman inandığım ve öğrencilerime de üstüne basa basa söylediğim bir şeydir bu. Oyunculuğun %40’ı yetenek, %60’ı çalışmaktır. Ama tabii bu meslek, ruhunda yoksa sabaha kadar çalış… Olmayınca da olmuyor, o ayrı… (Gülümsüyor)
Şu an oyunculuk eğitimi ve koçluğu üzerine profesyonel olarak da ilerlediğinden özellikle yeni nesil oyuncularla sıkça berabersin. Geçmişi ve şimdiyi ele alırsan genç oyuncular için günümüz şartlarında oyunculuğun eksileri ve artıları nelerdir sence?
Evet, çok genç oyuncularla çalışıyorum. Onların bakış açılarına, mesleği nereden algıladıklarına yakinen şahitlik ediyorum. Birlikte çalıştığım arkadaşlarım gerçekten öğrenmek, kendini geliştirmek, ilerlemek üzerine kuruyorlar aldıkları eğitimleri. Çok bilinçliler; ulaşmak ve başarmak istedikleri hedefleri var. Fakat Türkiye genelinde her genç arkadaşım için aynı şeyi söyleyemem. “Ünlü ya da popüler” olma amacıyla bu işi yapan/yapmak isteyen de çok. Bunun en büyük sebebi elbette sosyal medya. Orada gördükleri ya da yaşadıkları hayatlar çok cazip geliyor. Geçmiş dönemde hem görünürlük-tanınırlık olarak hem de maddi anlamda hiçbir şey bu kadar kolay elde edilemiyordu. Bu kolayca ulaşabilme durumu gençler için bir handikap bence. Genç yaşlarda büyük paralar kazanmak, popüler olmak sanırım onlara “ben oldum” duygusunu getiriyor. Oyunculuğun gerçekten bir emek, disiplin ve özveri istediğini unutuyorlar. Ama bunu onların suçu olarak görmek de yanlış. Sistemin zamanla kendi içinde dönüştüğü bir durum bu. Yine de inancım; sistemin içinde kaybolmaya izin vermeden, sabırla, emek vererek gerçekten bu işi mesleği olarak yapmaya niyet eden her genç arkadaşımın buradan galip çıkacağıdır.
Günümüzdeki yapımlara baktığında ne düşünüyorsun? Türkiye’de tiyatroda ve dizi ile film sektöründe epeyce yol kat edilmişse de sence bu aynı şekilde yapımların ve sanatçıların niteliğinin artması adına da geçerli midir? Her şeyin kalitesi artmış gibi görünse de nitelik anlamında yitirilen veya kaybedilen şeyler var mıdır ve varsa da sence bunlar nelerdir?
Teknoloji ve hız çağındayız artık. Özellikle genç kuşak oturup bir diziyi televizyonda 120 dakika izlemiyor. Artık bunun yerini dijital platformlar aldı. Kendi yaşam şeklinize göre her şeyi siz belirliyorsunuz. Bence şahane bir şey. Ve daha da güzeli, bu bir rekabet getirdi. Yapımlar artık daha iyi hikâyesi olan, daha iyi oyunculuklar izlediğimiz işler yapmak istiyor. Dünyada yapılan işleri örnek alıyor ve takip ediyorlar. Bu da senaryonun kalitesinden, yönetmenin açılarına, oyuncunun gücüne, sanat ekibinin yaratımına kadar sektörün her alanına bir kalite getirdi, bu tartışılmaz. Dijitaldeki bu değişim ve dönüşüm, dilerim ki ana akım kanallar için de bir örnek olur.
Aslında biliyorsun temeline baktığımızda hemen hemen her sanat dalı bir nevi sanatçının kendisinin (düşünce, duygu, bilinçaltı vb.) dışavurumudur diyebiliriz. Diğer bir deyişle bu, sanatçının kendisini ifade etme biçimidir. Bu biçim de sanatçının malzemesine göre şekil alır. Örneğin; plastik sanatlarda bu dışavurumculuk resim, heykel vb. üretimlerle açığa çıkar; müzisyenlerde müzikle, besteyle; edebiyatta kitapla, yazıyla; sinemada sinemanın kendisi ile vs. Fakat oyunculukta durum çok farklı. Oyuncunun kendisini ifade edebilmesi değil, büründüğü karakteri iyi ifade edebilmesi önemlidir, değil mi? Öyleyse, merak ettiğim şu: Oyunculukta dışavurum var mıdır, varsa eğer bir oyuncu bunu nasıl başarır?
Çok güzel söyledin; “bir sanatçının kendini ifade etme biçimi” diye… Buradan baktığımda, oyuncunun hem ne kadar yalnız hem de ne kadar kalabalık olduğunu fark ettim. (Gülümsüyor) Yazılmış bir senaryo, reji yapan bir yönetmen, ne giyeceğine karar veren bir kostüm tasarımcısı, saçın, makyajın vs. Hiçbiri benim tarafımdan “Burcu olarak” seçtiğim, karar verdiğim bir şey değil. Fakat oyunculuk bir “olma hali”dir. O “olma haline” giden yolculuk bana ait. Duygularım, postürüm, sesim, mimiklerim, jestlerim, bakışlarım, bedenimin ritmi, enerjisi… Diyelim ki Shakespeare’in Romeo&Juliet oyunu sahneye konacak ve ben Juliet’i oynayacağım. Yeryüzünde binlerce kez oynanmış bir karakter… Ama bu “benim Juliet’im”! Sanırım oyuncunun dışavurum süreci role hazırlanırken başlıyor ve her oyun gelişerek, yeniden keşfederek bu süreç devam ediyor. Yani aslında diğer sanat dallarında eserin üretim süreci bittiğinde, kendini ifade edişin de sonlanıyor diyebiliriz. Mesela; bir yazar kitabını yazar ve kitap biter. Süreç sona ermiştir. Ama ben onlarca, belki yüzlerce kez oynayacağım Juliet’i ve her defasında kendimi yenileyerek devam edeceğim oynamaya. Sanırım fark burada.
Bir film veya dizide takip edip sevdiğim bir oyuncuyu ne zaman tiyatro sahnesinde izlesem daha farklı hissederim. Keza seni de tiyatro sahnesinde izlediğimde hep aynı duyguya kapıldım. Hani sanki ekranda izlediğimde oyuncu bana misafir gelmiş de tiyatroda izlerken beni o evinde ağırlar gibi bir his… Açıkçası oyuncuların tiyatroda daha özgür ve performanslarının daha yüksek olduğunu hissettiğimi söylemek istiyorum. Bu benim oyuncuyu yakından izleme fırsatım olduğu için kendi kendime vardığım bir sonuç mu, yoksa gerçekten de oyuncular için tiyatro yuvaları gibi olduğundan seyirciye verdikleri bu duygunun kaynağı aslında onların kendilerini ait oldukları yerde gibi hissetmelerinden ya da seyirci ile oyuncunun etkileşim içerisinde olmalarından ötürü mü?
Bundan daha doğal bir duygu olamaz bence Derya’cığım. Bir cam ekranın arkasından sana ulaşabileceği alanı o kadar sınırlıdır ki oyuncunun. Tekniktir, mekaniktir, soğuktur, yapaydır. Ama sahnede etiyle, kemiğiyle, bedeniyle, enerjisiyle, sesiyle sadece seninledir oyuncu. Karşındadır. Ve “o an” her ne oluyorsa, birlikte paylaşırsınız tüm duyguları. Böylesine güçlü bir etkileşimin önüne hangi dizi veya film geçebilir; inan bilmiyorum. Yaşasın Tiyatro!
Sevgili Burcu, beni atölyende ağırladığın ve bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim. Birbirimizi yıllardır tanıyoruz ve benim illaki bir yazar, düşünür veya sanatçıdan alıntı yapmadan edemediğimi bilirsin. Bu yüzden de söyleşimizin son cümlesinde senin çok sevdiğin ve alıntılamak istediğin bir söze yer vererek, bu hoş sohbeti tamamlamak isterim.
Öncelikle güzel soruların ve sohbetin için çok teşekkür ederim Derya’cığım. Birçok alıntı var sevdiğim ama bir tanesi benim için çok özel; onu paylaşmak isterim.