Birkaç gün önce LGBT bireylerinin okul topluluklarına katılımlarıyla alakalı katıldığım ankette şu soru kafamı karıştırdı: “LGBT bireylere pozitif ayrımcılık uygulanmalı mıdır?” Tabii ki hayır dedim, çünkü hayır. “Love is love” gibi. Hayır, çünkü hayır. Pozitif ayrımcılık deyince aklıma engelli gruplar geliyor. Ben mi çok kısıtlı düşünüyorum?
Ruhsal ve fiziksel herhangi bir hastalık/rahatsızlık kategorisine sokamıyoruz eşcinselliği. Engelli eşcinsel bireyler de var, insanız dedik ya hani… Orası ayrı… Dolayısıyla “Herhangi bir engeli olmayan bir bireye cinsel yöneliminden ötürü pozitif ayrımcılık uygulanması benim tercih etmeyeceğim bir durumdur” dedim. Bunu talep edersek de kendi içimizde bir çelişkiye düşmüş oluyoruz. Eğer bu bilinen ayrımcılığı önceleyecekse, evet uygulanmalı. Nitekim, zaten hali hazırda cinsel yönelimini kullananlar olduğundan uzun vadede işlerliği olmayacağını düşünüyorum.
İş bulamıyoruz, çalışamıyoruz, hayatımızı da idame ettiremiyoruz dolayısıyla. Sonra gelsin intiharlar, gitsin majör depresyonlar… Çalışabilenler de “gizli gizli” yaşıyorlar da ondan yaşayabiliyorlar. Burada da şöyle bir durum çıkıyor meydana; bugün üstüne basa basa eşcinsel değilim diyen eşcinseller, yarın cinsel yönelimlerinden ötürü şiddete maruz kaldıklarında buna boyun eğiyorlar. “Adam” polise dahi gidemiyor. “Ben ibneyim diye aşağılandım, bana vurdular!” diyemiyor. Gerçi eşcinselliğini çoktan içselleştirmiş olanlar da polise gidemiyor ya, neyse… Burada çok fazla şey söylemek istemiyorum, anlayan anladı.
Filanca kişi filanca mekana takılıyormuş, şu milletvekili şu eskortla iş pişiriyormuş… Uzar gider. Hani yukarıda boyun eğiyorlar dedim ya, sözümona paralı ibnelerimiz ibneler söz konusu olduğunda aleyhe yorum yapmaktan da kaçınmıyorlar. Aynı kumaşın başka rengi diyelim. Sosyo-ekonomik düzey değiştikçe koşullar da değişiyor. Bir yanda sözlü veya fiziksel olarak iş yerinde, ailede şiddete boyun eğen eşcinselin eylemleri veya eylemsizlikleri, sınıf yükseldikçe yerini gruba yönelik homofobik söylemlere bırakıyor. “Adaletin bu mu dünya?” diyesi geliyor insanın. Adaletin bu mu dünya?
Son zamanlarda sadece hayatta kalmaya çalışmak gibi çok temel şeylerle uğraşan birinin çok şey gördüğünü söyleyemem. Coğrafyanın değiştiğine inanmak istiyoruz bazen, inanıyoruz da çoğu zaman. Nedeni de izole yaşıyor olduğumuz gerçeği olabilir mi? Kuvvetle muhtemel… Buna “gettolaşma” da diyorlar. Bu yüzdendir ki Kaos GL bir dönem “Gettoları değil, şehrin tamamını istiyoruz!” diyordu, muhtemelen hala diyor. Çıkış noktasını bilmiyorum ama gitgide yaygınlaştığını, birçok LGBT örgütlenme içerisinde temel motto olarak yer aldığını söyleyebiliyorum. Dolayısıyla Sincan’da barınamayacağımı biliyorum ve susuyorum.
Şehrin tamamını istiyorsak pozitif ayrımcılığı reddediyoruz. Zaten veren de yok. Basın açıklamalarında sürekli söylenen şey: “Bizi rahat bırakın, yaşayalım. Temel hak ve özgürlüklerimizi istiyoruz!”. Ne kadar acı, değil mi? Temel hak ve özgürlüklerini zorla almaya çalışan insanlar… Sanki ihtilaflı bir miras davası gibi… Hani şu doğumumuzla sahip olduğumuz insan hakları var ya, işte onlar… Hiçbir farklılık gözetmeksizin sadece insan olduğumuz için sahip olduğumuz haklar…
Okulda bir gün dil çeşitliliği üzerine konuşuyoruz. Genel kanımız çeşitliliğin olması yönündeydi. Dil ve kültür incelemeleri yaparak birçok sonuca erişebildiğimiz şu günlerde şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki dil çeşitliliğinin olması gerektiğini söyleyen insanlar, temelde çeşitliliğin olması gerektiğini de söylemiş olurlar. Bu bağlamda, “değişik” insanların “değişik” yaşamları da olmalı. Buna da muhtacız da farkında değiliz. Çoğunluğun ezici gücü tarafında yer almak bizi bize, kendimize daha güçlü hissettiriyor. Fakat nasıl birkaç türden ibaret değilse bitkiler, insanlar da olmamalı. İnsan derken de dil, ırk, din, cinsel kimlik, cinsel yönelim… Dünya nüfusu 7 milyarın üzerine çıkmış, ben küçükken 6 milyar diyorduk. Bir ara 6 milyar insan, 6 milyar dünya diyordum. 6’ları 7 yapalım ve aynaya bakalım.