“Beynimde beş kişiyim”*
Berlin’de ikinci 8 Mart’ım. Telefonumdan Türkiye’nin hava durumunu gösteren sekmeyi kaldıralı birkaç ay olmuş. İstanbul ve İzmir 8 Mart’ında kaç kadın olduğuyla değil gösteriden gözaltına alınan olup olmadığıyla ilgileniyorum sadece. İsviçreli ev arkadaşım 90’larda, kendisi Zürih’te üniversitede okurken büyük bir feminist eyleme katıldığından bahsediyor. O zamandan bu yana, İstanbul’daki gibi geniş katılımlı bir eylem görmediğini söylüyor. Ben de “Baskı ne kadar yoğunsa tepki de o kadar büyük oluyor” diye bölgesel karşılaştırmayı yapıyorum. Arkadan güzel bir şarkı çalışıyor. İnsanı hemen sarmalayan hip hop ritimlerini oldukça anlaşılır telaffuzu olan bir kadın sesi izliyor: hızlı yaşa, genç öl, kötü kızlar bunu çok iyi yapar! Ritimlerin arkasında çok güzel bir melodi dönüyor. Göbeğimi kıvıra kıvıra dans edesim geliyor. Alandaki insanlar şarkıyla coşuyorlar. Etkileyici!
Almanya’ya taşındıktan sonra ikinci kez ülkeye giriş yapıyorum. Pasaport görevlisi benimle Almanca konuşuyor. Pasaportum Alman değil. İngilizce konuşmasını rica edince “Almanca bilmeden burada okunabileceğini bilmiyordum” diyor. Öğrenci olarak oturum iznim olduğu için neden böyle bir sorguya maruz kaldığımı anlayamıyorum. “İngilizce bölümde okuyorum, Almanca istemiyorlar” diyebiliyorum sadece. Görevli yüzüme bakmadan damgayı vuruyor ve pasaportumu verip beni postalıyor. “Almanca bilmediğim için allah belamı versin mi? Yok ya, bir emperyal dil yetiyor işte. “Bu emperyalistler de çok talepkâr canıııım” diye eğleniyorum kendi kendime.
Şarkıyı Shazamlıyorum, bingo! M.I.A – Bad Girls!
Eve gelip klibi izliyorum. İçimi kıpırdatan şeyin o basit oryantal melodi olduğunu fark ediyorum. Klipte peçeli kadınlar ellerinde kalaşnikof tutuyorlar. Müslüman-rap-gansta! Nasıl yani? Oksimoron! Şarkıyı söyleyen kadın oldukça esmer (Evropalıların deyimiyle “kahverengi” tenli). Aksanı ise İngiliz. Nasıl yani? Oksimoron! Şarkı ve klip oryantalist mi? Kimin umurunda? Kahverengi tenli bir kadının insanı ânında yakalayan bir rap şarkısı var ve Müslüman dünyanın ezberlerine saldıran bir de klibi! Alt sınıfta doğmuş bir insan olarak rap müziğe ve anlatmaya çalıştıklarının bir kısmına her zaman kendimi yakın hissetsem de, diğer ezilen kimliğim –kadınlığım- ile örtüştürecek söz yazarı bulamadığım için mesafemi korumuştum. Oysa şimdi, kahverengi tenli olduğu için otomatikman dünyanın dezavantajlı gruplarına müdahil biri, üstelik de bir kadın, kötü kız olmakla ilgili çok eğlenceli bir şarkı söylüyor! Şarkının müzik videosunu daha sonra izlediğimde Suudi Arabistan’daki “Araba Kullanan Kadınlar Hareketi” (Women to Drive Movement) ile dayanışma için çekildiğini görmek doğru iz üzerinde olduğumu anlamama yetiyor.
M.I.A. ya da resmi adıyla Mathangi Arulpragasam’ın dünyası herhangi bir rap şarkıcısınınkinden çok daha ilginçti ve araştırdıkça hikayelerin sonu gelmiyordu. Sri Lanka’lı Tamil aktivisti ve devrimci Arul Pragasam’ın kızı Mathangi on yaşındayken annesi ve iki kardeşi ile birlikte çeşitli ülkelere sığınma talebinde bulunduktan sonra en son İngiltere’ye mülteci olarak yerleşiyorlar. Babası ise Sri Lanka’da kalıyor ve ailesiyle ilişkisi kesiliyor. Mathangi İngiltere’de sinema üzerine eğitim gördükten sonra 2002’de ilk müzik albümünü kaydediyor.
Mathangi’yi özel yapan hem Batı’da hem de Doğu’da ABD kökenli bu müzik türündeki tek Doğulu pop yıldızı olmasının yanı sıra bol ödüllü –yani epeyce zengin- bir şarkıcı olmasına rağmen dünyanın fakir ya da ezilen insanlarına dair gerçekleri söylemekten geri durmaması. İnsanların gözlerini kapattığı gerçekleri dile getiren pop starlara ne biz sıradan insanlar ne de Batı ana akım medyası alışık olmadığı için sıklıkla söyledikleri çarpıtılarak yayımlanıyor. O kadar ki, maruz kaldığı tepkiler nedeniyle kendisini “gelmiş geçmiş en çok yanlış anlaşılan pop yıldızı” olarak tanımlıyor.
Berlin’deki beşinci ayım ve kaldığım –on metrekare oda- hapishane gibi öğrenci yurdundan hiç memnun değilim. Ev arayışım sürüyor. Wedding’de genç bir kadınla görüşüyorum ev arkadaşlığı için. İstanbul’da altı ay yaşadığını ve moda tasarım eğitimi aldığını anlatıyor. Hemen ardından ten rengimi soruyor. “Türkiye’de benim gibi çok insan var, İstanbul’da yaşarken görmedin mi” diyebiliyorum, konuşmanın neden ten rengime geldiğine bir anlam vermeye çalışırken. Saç rengimin orijinal olup olmadığını soruyor. Ön tarafın boya olduğunu ama arkada tarafın orijinal olduğunu söylüyorum. Uzanıp saçlarıma dokunuyor, rengine daha yakından bakıyor. Güzel bir şekilde ayrılıyoruz. Bir eve çok ihtiyacım olmasına rağmen, yarış atının dişlerine bakar gibi saçımın incelendiği o eve taşınmak içimden gelmiyor…
Mathangi mülteci krizinden kadınların güçlenmesine, sınırlardan savaşa, sömürgecilik ve erkekliğe dair bir çok temayı şarkılarında ve –kimi zaman kendisinin yönettiği- müzik videolarında işliyor. Görsellerde ve müzikte çoğunlukla üçüncü dünyadan öğeler kullanması ile memleketi Sri Lanka gibi Batı sömürgeciliğinin “kurban”ı insanları ve sömürgeciliğin sonuçlarını, sanatçı kimliği ile popüler olduğu Batı’nın gözüne sokuyor.
Hiphop dansta birçok figürün Afrika kıtasındaki kabile danslarından geldiğini öğrendiğimde ilgim bir anlam kazanıyor. Almanya’da rap müzik Türkiye ve Arap kökenlilerin hâkimiyetinde imiş. Yani “kahverengi” tenliler! (Türkiye’de renk tonu olarak andığımız ve “esmer” dediğimiz şey “batı medeniyeti”nde “siyah” ya da “kahverengi” olarak anılıyor). Sebebini daha iyi anlıyor muyuz şimdi?
Alman (Polonya ve Fransa kökenine rağmen kendisini Alman olarak tanımlayan) arkadaşımla –kendisini aynı zamanda Marksist olarak da tanımlıyor- ilk tartışmamız, farkında olmadığı ırkçılığına vurgu yapmam üzerinden çıkıyor. Amacım bir takım davranışlarımı “Türk” olmamla açıklayamayacağı, hayatımda hiçbir zaman bir ulus kimliğini benimsemediğimi vurgulamak iken bana “hayatımda ilk defa bir mülteci ile arkadaş oluyorum” diyor. Berlin’e öğrenci olarak geldiğimi bildiği halde beni istemsizce mülteci olarak tanımlıyor. Alt-metin okumasını yapmam kaçınılmaz: Almanyalıların tanımıyla “kahverengi tenli Türk” değilsen “mülteci Türk”sündür. Her halükarda “Türk”sündür. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Kelimeler tükeniyor ve bir daha görüşmemeye karar veriyorum. Kızgınlıktan değil. Onun kafa karışıklıklarının kendi toplumunun kültüründen geldiğini anlıyorum ve henüz kendi kültürel mirasımla başa çıkamazken, “ulus devlet” ve “soykırım” gibi kavramların çıktığı bu kıtada insanların maruz kaldıkları kodları çözmenin zorluğundan… Yalan! Sinirden köpürdüm elbette ve gereken cevabı verdim. Anlamayacağını bilsem de J
Mathangi kelime oyunu ile yazdığı “aTENTion” adlı şarkısında mülteci olarak gittiği Batı’da çadırlarda geçirdiği çocukluk günlerini anlatıyor. (Attention kelimesi “dikkat” anlamına geliyor. Şarkının ismini tek “t” ile yazarak aynı zamanda “A tent” yani “bir çadır” anlamı da yaratılmış). Sene 2000. Bolu depreminin hemen sonrası. Aylarca hem ebeveynlerim hem de arkadaşlarım çadır kentte yaşadılar. Unicef bisküvileri bol kaloriliydi, o yüzden hiçbirimiz aç kalmadık. Yıkılan binalarda ölenlerin hesabı sorulmadı ama! Deprem “şehit”leriydi onlar. Sahi ben Almanya’da mı mülteciyim? Yoksa Bandista’nın değimiyle “Kim yerli, kim göçmen”? Türkiye’deki Suriyelileri tekrar değerlendirir misiniz sevgili orta sınıf? Empati falan hani…
İsrail destekçisi bir başka arkadaş ile siyaset tartışmaksızın “aynı ortamda durma egzersizi” yapıyoruz; nam-ı diğer havadan sudan muhabbet. Güneşli yaz günlerinden bahsederken “asla benim kadar güneşten rahatsız olamazsın” diyor. Alt-metin okuması aklıma gelmeksizin kolumu uzatıp “ben senden daha beyaz tenliyim bir kere, güneş seni daha çok çarpmış olamaz” diyorum. Gözlerindeki şaşkınlık konunun basitliğinin yanında epey büyük kalıyor: “Bir Türk benden nasıl daha beyaz tenli olabilir” ?!?! Gözler renkleri ayırt edemeyecek kadar kör olduysa zavallı bir insancık bu konuda ne yapabilir? Söz konusu arkadaşın Yahudi olduğunu hatırlayıp “Ezilenlerin Pedagojisi”ni anıyorum.
Mathangi, 2018 yılında otobiyografik belgeselini tamamlayıp gösterime sokmuş. Şarkıcının New York Times ile epey çetrefilli bir ilişkisi var. Bir zamanlar Sri Lanka’daki iç savaşı gündeme getirip Birleşmiş Milletleri katliamlara gözlerini kapadığı için eleştiren Mathangi’yi yerden yere vuran New York Times, bu kez kendisini onur konuğu olarak davet etmiş. Sansasyon yaratan belgeselinin yüzü suyu hürmetine… Bir saatten uzun süren yayın, özellikle New York Times’tan Melena Ryzik’in çaresizce konuyu değiştirmelerini şahit olmak açısından izlemeye değer. Çünkü Mathangi tek tek, tane tane anlatıyor nasıl ikiyüzlü olduklarını.
Hiphop kültürü gittikçe daha çok ilgimi çekmeye başlıyor. Şu sıralar Berlin’in en popüler semtleri olan Kreuzberg ya da Neukölln’ün misafir işçiler (gastarbeiter) ilk göç ettiğinde hapsedildikleri mahalleler olduğunu öğreniyorum. Sadece Türkiyeli misafir işçiler değil, dünyanın her yerinden işçiler. Bu mahallelere yerleşmek zorundalar ve başka bir mahallede yaşayamazlar. Amaç onların Almanca öğrenmesi ve ya “topluma entegre olmaları” değil zaten. Tüm gaye İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın toparlanması! Bu işçiler Almanya’nın pisliğini temizleyecekler ve gidecekler. Senaryo bu. O yüzden, yerleştirildikleri, Berlin Duvarı’nın dibindeki o rezil mahallelerden asla çıkamazlar. Sahi bu Alamancılar kaç nesil geçti, neden hala “entegre” olmadılar? Değil mi sayın orta-sınıf, sözüm ona kurtulmuş, sınıf atlamış Türkiyeliler???
Mathangi’nin şarkıları, müziği üretme biçimi ve içeriği itibariyle çok değerli. Verdiği röportajlardan birinde bir menajeri olmadığından ve işini kendisi dışında iki kişi ile yürüttüğünden bahsediyor. Tüm popülaritesine ve servetine rağmen Üçüncü Dünya problemlerinden hâlâ yakıcılıkla bahsedebilmesi, kendi hayatına dair belgeseli bir pop ikonu otobiyografisi gibi değil, çocukluğundan bu yana -memleketi Sri Lanka’da yaşadıkları dahil -bir mülteci olarak tecrübe ettiklerini aktarması, her şeyin çürüdüğüne neredeyse emin olduğumuz bir dünyada, izlenmeye değer kılıyor.
Bir işlem için Afrika kökenli bir memur pasaportumu alınca “Türk müsün?” diye soruyor şaşkınlıkla. “Evet” diyorum. İşlemi yaparken üç kere dönüp yüzüme ve ellerime bakıyor. “Ne oldu” diye soruyorum. “Hiç. Senin gibi Türk görmedim daha önce” diyor. Konudan sıtkım sıyrıldığı için “Türkiye’de benim gibi çok var” deyip geçmeye çalışıyorum. İşlem tamamlanıp resmi kağıdı elime tutuştururken tekrar gülerek ellerime bakıyor. Ofisten çıkıyorum, gözlerim dolarak kahkaha atıyorum ve içimden “Bari siyahiler yapmasın bunu” diyorum. Berlin hayvanat bahçesindeki Kutup Ayısıyla dertleşmek istiyorum: Sevgili Kutup Ayısı, tüylerin çok güzel ama kahverengi olsaydı da aynı derecede güzel olurdu, en azından benim için. Çünkü benim annemin tüyleri, pardon ten rengi de “kahverengi”, biliyor musun? Sen de doğduğun yerden çok uzaktasın değil mi? Rahat ol, albinolar bizden daha çok ilgi çekip ayrımcılığa maruz kalıyorlardır! Her zaman daha çok ezilen birilerini bulabilirsin! En azından ben Almanya’nın en ırkçı bölgelerinde “Türk” olduğum için neo-naziler tarafından öldürülme riskiyle karşı karşıya değilim. Anadilimi konuşmadığım müddetçe beni kendi “tür”lerinden sayıyorlar. Şşşşşt, Kutup Ayısı, sessiz ol. Üçüncü dünyadan geldiğimizi belli etmemeliyiz! Biz beyaz tenliyiz?!?
* Ayben, “Başkan” adlı şarkısından bir dize.
Serinin ikinci yazısı için tıklayın- Berlin Gibi Anlatmak – 2: M.I.A.