Malumunuz Babalar Günü geldi. Aile kavramının, baba sevgisinin, kapitalizmin oyuncağı haline getirildiği reklamlara televizyonda, internette, bilboardlarda bol bol maruz kalıyoruz. Lütfen artık hediye saçmalıklarını bir kenara bırakın ve gidip sadece babanıza sarılın. Babası olmayan çocuklar için de sarılın…
I am Sam / Benim Adım Sam (ABD 2001)
Baba-çocuk ilişkisinin en saf halini gördüğümüz I am Sam filminde, baba Sam Dawson (Sean Penn), beyninde gelişme problemi olan bu nedenle de 7 yaşındaki bir çocuğunkine eş bir zekaya sahip bir adamı canlandırıyor. Karısı tarafından terk edilince küçük kızıyla kalan Sam, bir kafede garson olarak çalışmaktadır. Kızı Lucy (Dakota Fanning), babasına oranla oldukça zekidir, giderek babasının zeka yaşını geçmektedir ve Lucy ne yazık ki bu durumun farkındadır ancak ileride kendisini nelerin beklediğini bilememektedir.
Bir gün Sam, tam da kızının 7. yaş doğum gününü kutlamak isterken bir kamu görevlisi tarafından kızı elinden alınır. Sam’in dünyası başına yıkılmıştır çünkü kızına oldukça bağlıdır, kızı olmadan yaşayamayacağını bilir ancak bu durum karşısında tam olarak ne yapacağını o da bilemez. Hayatının tek gerçeği olan kızına duyduğu sonsuz sevgi uğruna kızına kavuşmanın savaşını verir. Bu savaşı sevginin tam olarak ne anlama geldiğini daha sonra idrak edecek olan ünlü Avukat Rita (Michelle Pfeiffer) ile verir.
Filmin sade ve samimi anlatımı, gerçekliğin tam içinde barındırdığı dramatik yapısı ve oyuncularının muhteşem performansı, seyirciyi adeta mest ediyor. Sean Penn’in başarılı otistik rolüyle, bir engellinin hayatını ve yaşadığı zorlukları, şeffaf bir şekilde anlatıyor. Hem Sam ve Sam gibi olanları hayata dahil eden, yadırgamayan ve hem de Sam’in kızını elinden almak isteyenlere karşı gösterdiği olağanüstü çaba ve çevresinden gördüğü destek filmi izlenilmeye değer kılıyor.
Babam ve Oğlum (Türkiye 2005)
Çağan Irmak’ın başyapıtı sayılabilecek filmi olan Babam ve Oğlum, ölümcül hastalığını öğrenen Sadık (Fikret Kuşkan), annesiz büyüttüğü oğlu Deniz’i, öğrencilik yıllarından beri kavgalı olduğu babasının (Çetin Tekindor) çiftliğine götürür. Sadık, babasıyla kuramadığı sevgi ilişkisini, oğluyla kurmuştur. Ama ölmeden önce tek isteği, oğlunu emanet edebileceği bir aile, bir yuva sağlamaktadır.
Ege kasabasının samimi ve nevi şahsına münhasır kişiliklerinin başarılı bir şekilde yansıtıldığı filmde, babayla oğlun yüzleşmesi ve aile içi sorunlarının kökten çözümü küçük Deniz’in gözünden anlatılır. Bol gözyaşı garantili filmin başarısında, yönetmenin hikayeyi çok yönlü olarak ele alması ve oyuncuların muhteşem performanslarının da payı büyük.
Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları (İtalya 1948)
2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da yaşanan ekonomik buhran dönemini içinde anlatan film, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının temsilcilerinden kabul edilmektedir. Vittorio De Sica imzası taşıyan Bisiklet Hırsızları, işçi sınıfı ve ezilenlerin resmini çizer. Propaganda ve “Beyaz Telefon” olarak tabir edilen toz pembe, eğlencelik filmlerin ardından yeni bir anlatım tarzıyla İtalyan sinemada çığır açılmıştır.
Uzun süreden beri işsiz olan Antonio’nun, iş bulma kurumu aracılığı ile afiş asma işi bulur. Tek şart Antonio’nun bir bisiklet sahibi olmasıdır. Karısının da desteğiyle, zor şekilde bir bisiklet alan Antonio, ilk iş gününde bisikletini çaldırır. Bu noktadan sonra film para kazanmak için tek şansı olan adamın acizliğinin gösteren, yürek burkan bir hikayeye dönüşür. Oğluyla birlikte sıcak bir İtalya gününde bisikletini aramaya çıkan Antonio’yu çileli bir gün beklemektedir.
Filmde bisikleti bir statü atlama sembolü olarak gören Antonio ile bisikleti çalmak zorunda kalan adam psikolojisi temelde aynıdır. Toplumsal bir sorunun birey üzerinden anlatıldığı şahane filmlerden biridir Bisiklet Hırsızları…
Müthiş Dadı / Mrs. Doubtfire (ABD 1993)
Listemizin kara mizah türündeki örneklerinden Mrs. Doubtfire, Türkçe çevirisinde olduğu gibi müthiş bir dadının macerasını değil boşandığı eşinde kalan çocuklarıyla daha fazla zaman geçirmek isteyen fedakâr bir babanın hikâyesini anlatmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda trajik bir intiharla aramızdan ayrılan başarılı oyuncu Robin Williams’ın canlandırdığı baba karakteri, kat kat kıyafetler giyip ağır makyajlar yaparak büyük bir değişim geçiriyor. Ses ve mimik kullanma ustalığıyla bilinen Williams, vasat bir aile filmini, iyi bir komediye eviriyor.
The Kid / Yumurcak (ABD 1921)
Sessiz sinema döneminin durum komedisi ustası Charlie Chaplin’in hem yönetmenliğini hem yapımcığını hem de oyunculuğunu üstlendiği film, senaryosu gereği aslında oldukça hüzünlü bir hikâyedir. Türk sinema seyircisinin oldukça aşina olduğu benzer konu, Kemal Sunal’ın oynadığı Garip filminde de işlenmiştir.
Edna, çocuğunun babası tarafından yüzüstü bırakılmış yalnız bir kadındır. Çocuğuna bakamayacağına karar verince iyi bakılması umuduyla onu zengin bir evin önündeki lüks arabaya bırakır. Araba o sırada çalınır. Arabayı çalan iki adam çocuğu fark ettiklerinde onu fakir mahallelerin birinde sokağa bırakırlar. Oradan geçen Charlie, çocuğu sahiplenmek zorunda kalır. Aradan geçen beş yıl içinde Charlie, bu çocuğu büyütür. Birlikte fakir bir mahallede yıkık dökük bir evde yaşarlar, fakat bir arada oldukları için mutludurlar. Charlie ve çocuk camcılık yaparak karınlarını doyurur. Çocuk gizlice taş atıp evlerin camını kırar; oradan geçmekte olan Charlie de bu evlerin camlarını yeniler. Bu oldukça güç bir iştir; çünkü sık sık polis tarafından kovalanırlar. Çocuğun hastalığında Charlie’yle kan bağı olmayışının ortaya çıkmasıyla olaylar farklı bir yöne sürüklenir.
Film, aradaki kan bağından öte, emek verilen bir sevgiyi, mizah ile harmanlanmış bir dram olarak izleyiciye sunar.
The Road / Yol (ABD 2009)
Kıyamet senaryoları Hollywood’da yaygın olarak kullanılır. The Road filminde de disütopik bir dünya içerinde bir baba-oğulun yol hikâyesine tanık oluruz. Paranın, inanç yargılarının, statülerin alt üst oldu dünyada hiçbir değer yargısı kalmamıştır. Baba ve oğul film boyunca güvenli bir yere ulaşmaya ve yiyecek bulmaya çalışır. Yamyamlar, hırsızlar, avcılar her yerde kol geziyordur, böyle bir dünyada baba ve oğul büyük bir hayatta kalma mücadelesi verir.Türlerin içiçe geçmesini bu filmde görebiliriz. Bilim kurgu yapısındaki film yer yer karşılarına çıkan kişi ve zorluklarla verdikleri mücadeleler açısından, western öğelerini de içinde barındırmaktadır. Baba ve oğlunun her şeye rağmen hayatta kalmak için mücadele verişleri ve bunu yaparken insanlık vasıflarını kaybetmemeye gayret edişleri de filmin önemli mesajları arasında yer alıyor.
Taken / 96 Saat (ABD 2008)
Başrolünde Liam Neeson’ın oynadığı, bir çırpıda, dikkatiniz dağılmadan izleyebileceğiniz bir aksiyon filmi Taken. Senaryosunu Luc Besson’un yazdığı film, kızı tatildeyken kadın satıcıları tarafından kaçırılan bir babanın 96 saat içerisinde kızını bulma çabasını anlatıyor. Geçmişinde gizli ajanlık yapmış bir adamın kızını kaçıranlara duyduğu öfke ve kızının kötü ellerde oluşunun korkusu filmde o kadar net hissediliyor ki filmi izlerken kendinizi babanın yerinde hissediyorsunuz.
Çok tutulan filmin devamı niteliğinde 2 serisi daha bulunuyor.
Kramer vs Kramer / Kramer Kramer’a Karşı (ABD 1979)
1980 yılında en iyi film dalında Akademi ödülüne layık görülen Kramer vs Karamer, boşanma ve velayet sorunu üzerine eğilen başarılı bir film. Joanna Kramer, kendini bulma arayışını sebep göstererek çocukları Bill’i evde bırakarak Ted’den ayrılır. Ted büyük bir reklam ajansında ve büyük bir projenin üstünde çalışmakta iken Joanna’nın ayrılığı ile sarsılmıştır. Ayrıca oğulları Bill’in sorumluluğu da onun üstüne kalmıştır. Ted Bill’in gelişimi nedeni ile iş kariyerini de ikinci plana itmiştir. Bir süre sonra Joanna mahkemeye başvurur ve Bill’in vesayetini üzerine almaya çalışır.
Film 70’lere egemen olan feminizm dalgası, babalık – annelik, bunların ailedeki sorumluluğu ve bunun gibi kavramların üzerine kurgulanmış, güçlü senaryosu ile de bu konuları oldukça çarpıcı bir dille masaya yatırmıştır. Çocuğuyla o güne kadar hiç yalnız kalmamış olan Ted, ona sabah kahvaltısında ne yedirmesi gerektiğini bile bilmemektedir. Günlük hayatın en basit alışkanlıklarının nasıl bir drama dönüşebileceğini izleyeceğiniz Kramer Kramer’e Karşı’da bu ilk kahvaltı sahnesi ve Dustin Hoffman’ın sadece bir tost yapabilmek için verdiği uğraş filmin en vurucu sahnelerinden biridir. Zamanla baba ve oğulun arasında gelişen ilişki sayesinde Ted baba olmayı (ya da özverili bir baba olmayı) öğrenmeye başlar ve hiç beklemediği halde bundan keyif alır.
La vita è bella / Hayat Güzeldir (İtalya 1997)
Roberto Benigni imzalı İtalyan film, savaşın kurbanları üstündeki etkisini ve çocuk aklındaki yansımasını güzel bir üslupla anlatır. Üç Oscar ödülü bulunan Hayat Güzeldir, 2. dünya savaşı yıllarında mutlu bir çiftin yollarının ayrılmasını ve baba Guido’nun küçük oğluna yaşananları bir oyun gibi yansıtmasını anlatır. Esir kampına gönderilen Guido için zor koşullara katlanmak ikincil amaçtır. Önemli olan bir oyun gibi anlattığı savaşın dehşetini, oğlunun hissetmemesidir.
Bizim Aile (Türkiye 1975)
Bizim Aile, Türk Sinemasının Arzu film ekolünden olan yıldız kadrolu oyuncularından oluşan “aile” temalı filmlerindendir. Başarısının samimiyeti ve bizden biri gibi olan müthiş oyunculuklarından alan film, dul ve çok çocuklu Melek Hanım ve Yaşar Usta’nın evlenmelerini ve yetişkin çocukları arasında olan uyuşmazlığı resmeder. Birbirleriyle geçinemeyen ve sürekli tatsızlık çıkaran çocuklar, daha sonra karşılaştıkları zor şartlar ve düştükleri durum karşısında kenetlenirler ve aile olmanın önemini anlarlar.
Münir Özkul’dan Adile Naşit’e, Şener Şen’den Tarık Akan’a, Ayşen Gruda’ya kadar birçok önemli oyuncuların yer aldığı film, komedi öğeleri barındırsa da dram yönü de çok güçlüdür. İşini ve evini kaybeden Yaşar Usta’nın, zengin fabrikatör karşısındaki tiradı, günümüzde bile herkesçe bilinen efsane bir repliktir:
“Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi öğretmeye çalışıyorum. Sen, büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! Ben, Yaşar Usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!“