Bir Siyasal Bilgiler bölümü dersinde, sosyolojinin evrimsel kökenine dair düşünceler duymuştum hocadan. Çok ilgimi çekmişti çünkü benim bölümümde böyle anlatımlar yoktu. Profesör, insanlığın gelişimine en çok katkısı olan mefhumun “boş zaman” olduğunu söylemişti. Burası bana çok garip gelmişti. Çünkü o güne kadar para, yazı veya savaşların insanlığın tarihsel gelişimindeki önemini anlatıyorlardı bize hocalarımız. Kimse boş zamanın, aylaklığın, boş gezmenin, bir işe yaramamanın bu kadar faydası olduğundan söz etmiyordu.
Bugün özellikle sosyalistler ve sosyal demokratlar tarafından sürekli olarak çalışmak, çalışkanlık, emek ve emekçilik birer “değer” olarak yüceltilir. Buradaki “değer” kavramı, aslında “meta” olarak iktisadi karşılığını bulan, maddi üretime dayanan bir yere sahiptir. Bu değer, sadece ekonomik ve hiyerarşik olarak karşılık bulabilir çünkü bu konuya yönelik sosyalist vurgu, aslında sadece “üreticilik” üzerinden yaratılan, politik ve sınıfsal bir söylemdir. Marx ve Lenin‘in işçi yığınlarına (Lenin’in pek az metninde “sınıf” kelimesi geçer, zira “sınıf” bambaşka bir olgudur) yönelik söylemleri, onların üretici güçlerini vurgular gibi yorumlanır. Ama bu aslında yanlış bir bakış açısıdır, zira Marx’ın karşı çıkışı aslında üretmekten kaynaklı bir tavır değil, ahlaki bir tutumdur. Sosyalistler, bu söylemleri farklı şekillerde kullanarak aslında karşı çıktıklarını söyledikleri sistemin bakış açısını yeniden üretirler.
Birçok insana karşı kullanıldığını gördüğüm, sınıfsal tavra yedirilmiş ama aslında o tavrın içinde hiç yeri olmayan ayrımcı söylemler, birçok sol politik harekette hala kullanılmaya devam ediliyor. Bu söylemlerin sağ veya liberal kesimde kullanılmasına karşı çıkmak mantıksız olduğu için onlara hiç değinmiyorum. Onlar zaten insanın varoluşunu ürettiği ve hizmete sunduğu değerler, metalar üzerinden değerlendiriyorlar. Bu söylemin beklenmemesi gereken asıl grup sosyalistler olduğu halde, (çünkü dünyadaki “ana akım” muhalif hareket sosyalizmdir) parasal ilişkiler üzerinden birilerine en çok yüklenen kesimdir sol.
Hepimiz “Baba parasıyla geçiniyorsun”, “Sen çalışmıyorsun, bir işe yaramıyorsun”, “Emekçi değilsin sen, para kazanmıyorsun” şeklinde cümleler duyduk. İşte bunun gibi söylemler, liberal bakış açısından beklenebilir ancak. Çünkü bu cümleler; para kazanmayı ve meta biriktirmeyi, bir maddi birikime sahip olmayı hiyerarşi kurma aracı olarak gösteren, insanın ancak sisteme hizmet ettiği ve birilerine para kazandırıp bu paradan ufak bir miktar kendine alabildiği ölçüde var olabildiği sonucuna varan ideolojik mesajlar içerirler.
Türkiye’de aslında ezilen yığınların arabesk bir karşı çıkışı olarak görürüz bu tavırları. Ailesinden gelen maddi bir birikimi olmayan kesimler, ilerleyen zamanlarda kendilerini yalnızca ellerinde tutabildikleri alım gücü ile değerlendirirler ve bu değerlendirmeyi çevrelerindeki herkes üzerinde bir güç simgesi olarak kullanırlar. Örneğin; ailesi zengin bir gencin çalışmadan çok pahalı bir arabayla dolaşmasındaki sorun, bu bakış için, o gencin çalışmaması gerçeğinden başka bir noktaya vurgu yapmaz. Yani o gencin boş zamanını değerlendirme şekli, tavırlarındaki parayı bir güç aracı olarak kullanma pratiği veya kurduğu hiyerarşiye değinmez kimse. Sol bakış, bir yandan emeği olabilecek en saçma şekilde kutsarken, diğer taraftan bir hiyerarşi unsuruna karşı çıkmak için, başka bir hiyerarşi unsurunu kullanır.
Eşcinsel insanlara duyulan nefreti inkar etmek için söylenen “Benim eşcinsel arkadaşlarım da var'” cümlesinden farkı yoktur bunun. Birisi plütokrasiyi (maddi gücün iktidarı) olumlarken, diğeri nominalizmi (Latince “yeğencilik” anlamına gelir, insan kayırma anlamında bir kelimedir) ön plana çıkarır. Yukarıdaki cümlede, birinin eşcinsellere nefret hissetmemesine delil olarak, çevresinde eşcinsel insanların da olması gösteriliyor. Yani ancak bu kişilerin çevresinde olabilenler, onun tarafından sevilen insanların sahip oldukları “farklılıklar” (ki bu da aslında ayrımcılık içeren bir kelime) kabul edilebilir; söz gelimi, bu kişinin “Benim Kürt arkadaşlarım da var” demesi, örneğin Diyarbakırlı birini tanıması, onun Kürtlere yönelik nefretini aklayabilir ona göre. Ama hepimiz, bu iki cümlenin de ayrımcılık içerdiğini, feodal kültüre özgü bir egemenlik sahası kurduğunu görebiliyoruz. Peki çalışmak neden bu kadar yüceltiliyor?
Paul Lafargue‘ın politik bir şaheseri olan “Tembellik Hakkı” kitabı insanın boş zamana olan ihtiyacını öyle güzel açıklamış ki, Avrupa’daki 68 isyanları döneminde sıkça argüman kaynağı olarak kullanılan eserlerden birine dönüşmüş. Bu kitapta, işçi yığınlarının sosyalistler tarafından yüceltilen “emeğinin” aslında onları nasıl bir bataklığa sürüklediğini çok net görebiliyoruz. 19. asırda, günde 14 ile 16 saat arasında çalışan işçiler vardı. Bu insanların banyo yapmak, yemek yemek, eğer varsa çocuklarıyla ilgilenmek, uyumak ve eşi veya sevgilisiyle vakit geçirmek, sevişmek için toplamda en fazla 8 veya 10 saatleri kalıyordu. Çünkü zenginlerin boş zamana sahip olup düşünce üretmeleri için, onların ölümüne çalışmaları gerekiyordu.
Antik Yunan’da veya 12-18. asırlar arası Avrupası’ndaki düşünce “adamları” (adamlar kelimesini, kadınların madenlerde veya zenginlerin yataklarında köle olarak kullanılmaya değer görülmelerine rağmen, düşünce üretmeye değer görülmemelerini anlatmak amacıyla ironi olarak kullandım) aslında hiç de yüce gönüllü şahsiyetler değillerdi. O zamanlara göre, belki bir şekilde anlaşılabileceği söylenen (ama bize tarih ve felsefe kitaplarında sürekli anlatılan Platon, hiç anlatılmayan isyancı Spartacus yoldaşımızdan sadece bir asır önce yaşamıştı, yani antik dönemde de başka bir dünya yoktu, başka bir yaşam biçimi vardı aslında) bu “adamlar” (bir önceki açıklamaya vurgu yapıyorum yine) kölelerini kendileri yerine çalıştıran, Lafargue’ın anlattığı gibi, kölelerinin en çok zamanını çalan arkadaşlarımızdı. Çalışmanın bir “erdem”, bir “değer” olarak yüceltilmesi, egemenler tarafından köleler ellerindekiyle mutlu olsun, ayaklanmasın diye yapılan antik propagandalardan ibaretti. Ama bu yaklaşım nedense hâlâ yürürlükte.
Birinin para kazanmaması veya para kazanma şeklinin başkalarına göre görece daha rahat olmasının üzerinden üretilen aşağılamalar, “zengin çocuğu”, “baba parası yemek”, “boş boş gezmek” gibi söylemler, fark edilmese de sistemi olumlayan, para kazanmanın ve sistem yararına çalışmanın varlığa değer kazandıran yegane “şey” oluşunu ifade eden propaganda ürünleridir. Bu söylemleri kullananlar, her ne kadar finans-kapital oligarşisine karşı olduklarını söyleseler de, paranın yarattığı hiyerarşiden dert yanarken kendileri para üzerinden başka bir hiyerarşi türü oluşturuyorlar. İşçilere “emek bayramı” adı altında bir günü “hediye ederek”, aynı çocuklara “hediye edilen” bir başka gün olan “çocuk bayramı” gibi emeği, emekçiyi daha fazla sömürmek için, kutsayan plütokrat ve nekrokrat (ölümler üzerine kurulan iktidarın, nekrokrasinin sahipleri) sınıfların mesajlarını ve ideolojilerini taşıyan bu cümleler yabancılaşmanın başka bir versiyonunu, insanın sarf ettiği çabayı, emeği, çalışmayı yücelterek ezilen kesimlerin kendilerine yönelecek zulmü kendi ağızlarından olumlamasını doğuruyor.
Çalışmak bir erdem değildir. Para kazanmak bir erdem değildir. İnsanların para kazanmak için değil, kendileriyle ve sevdikleriyle ilgilenmek için zamanlarını kullanmaları gerekir. Şuan tam zamanlı veya dönemsel çalışıyor olmamız, tamamen sistemin bizi buna zorlamasından kaynaklanıyor. Para kavramı bir şekilde ortadan kalksa insanlığın büyük kesimi, en çok da çalışmayı ve parayı kutsayan ezilen kesim, bir daha asla bir iş yapmaya yanaşmayacaktır. Şu an emeğimizi satmak zorundayız, evet, ama bu zorunluluğu farklı alanlarda paylaşıyor olmamız, bizim buna bir şekilde yöneltildiğimiz gerçeğini değiştirmez. Gelecekte insan gücüne duyulan ihtiyaç ortadan kalktığında, çalışmak ve para kazanmak kavramları da farklılaşacak, belki de kademeli olarak yok olacak.