Birçok ünlü kalemin sürgüne gönderildiğini duymuşuzdur. Sürgün meselesinde ilk aklımıza gelen, yüksek kesimlerin rahatsız oluşundan ötürü olageldiğidir. Sürgünün bir yazar için ölümden bile daha fena olduğu aklımıza gelmez. Gelin bir düşünelim! Fakat düşünürken kendimizi 19’uncu yüzyılın şartlarına adapte edelim.
Elinizde hükûmet tarafından yazılan sürgün kararınız… Yaşadığınız şehirden apar topar aynı gün içinde gitmek zorundasınız. Üzerinize çevrilen düşmanca bakışlar, gidişinizin ardında havaya zafer kadehleri kaldırıyor. Günlerinizi, dakikalarınızı ilgiyle harcadığınız, belki de hayatta tek değer verdiğiniz yazma işi artık yasak… Rahatlığın ve eğlencenin yer edindiği şehrinizden sıcak suyun dahi bulunmadığı bir yere gönderiliyorsunuz. Ne hissederdiniz? Biraz nefret, fazlasıyla hüzün…
Milletinin gidişatını yakından takip etmek isteyen bu çaresiz kalemler, zorunlu yer değişiklikleriyle aktrislerin yaşadığı büyük şehirlerden, haydutların gezdiği küçük kentlere gönderiliyordu. İşte biz bu yazımızda yirmi yaşındaki Aleksandr Puşkin’e sürgün yolunun nasıl açıldığını işleyeceğiz. Henüz liseyi yeni bitiren bu gencin halkı nasıl kasıp kavurduğunu hayretler içerisinde okuyacağız. Onun o gözü karalığıyla kimlere kafa tuttuğunu hayranlıkla birbirimize anlatacağız.
Saat gece yarısını çoktan geçmiş, şehirdeki parlak ışıkların yerini zifiri karanlık almıştı. O gece Büyük Petro tarafından kurulan Petersburg şehrinde çıt çıkmıyordu. Küçük parlak kâğıtların döküldüğü, kırık camların etrafa saçıldığı caddeler boştu. Neva Bulvarı’ndaki küçük esnaf rengârenk balonlar asılı dükkânlarından evlerine dağılmıştı. Sokaklardaki muhafız taburları nöbet yerlerinde değil, meyhanelerde sızmıştı. Caddelerde bekçilerin kulak tırmalayan düdük sesleri duyulmuyordu. Başıboş köpekler çimlere uzanmış, Petersburg kentinin bu hayret verici görüntüsünü süzüyordu. Haklılardı aslında. Petersburg şehri kurulduğundan bu yana ilk defa bu kadar sessizdi. O, sabahlara kadar ışıkları sönmeyen, bağrışlarıyla etrafı inleten kente ne olmuştu? Gelin, buna cevap vermeden önce İmparatorluk sarayını bir ziyaret edelim. Şehrin merkezinde yüksek tepelere çıktığınız zaman sizi selamlayacak olan, kubbeleriyle dikkat çeken bir saray duruyordu. Hisarlarına asılı bayraklar, özgürlük naraları atıyordu. Bu saray kanlı sahnelerin yaşandığı, tüm görkemiyle ayakta duran Mihailov Sarayı’ydı.
Mihailov Sarayı’nın belki yüzlerce penceresi vardı fakat o gece yalnızca birinin ışığı yanıyordu. Bu sarayda sabahleyin bir bayram havası esmişti. Kutlamalar ve doyasıya eğlence… Saraydaki herkes hatta bütün şehir Fransız askerlerinin ülkelerinden çekilişini kutluyordu. Savaş bitmiş, Napolyon kaybetmişti. Kazanan halktı. O halde Rus geleneklerine göre sabaha kadar eğlenmeleri gerekecekti. Ve böyle de olmuştu. İçilen içkilerin, atılan zafer nidalarının haddi hesabı yoktu. Zafer kutlamalarının sonucunda sarhoşa dönen saray efradına izin verilmiş, bu gece kimsenin çalışmamasına karar verilmişti. Peki, ama o ışığı yanan pencerede kim oturuyordu? Neden uyumamıştı, gecenin bu saatinde ne düşünüyordu?
Altın kaplama sandalyelerle çevrili, büyük cam masanın karşısında, ellerini başının arasına almış bir adam oturuyordu. Başı dik omuzları genişti. Yuvarlak yüzlü, ince burunlu ve sarışın olması onu bir Rus’tan çok Alman’a benzetiyordu. Koltuğu kaplayan geniş vücuduna, yüksek yakalı pahalı geceliğine ve kalın parmaklarıyla içkisini yudumlayışına bakılacak olursa bu adam haşmet sahibiydi. Bacak bacak üstüne atışında bir zafer edası vardı. Bir asilzadeyi andıran hareketleri, onun önemli bir adam olduğuna işaret ediyordu. İnce dudaklarına yayılan gülümsemede bir sır gizliydi. Fransız askerlerini soğuktan kırıp geçiren adam… Rusya’nın kurtarıcısı… Bu adam hiç kuşku yok ki Çar I. Aleksandr idi. Tüm Rusya’nın uykuya gömüldüğü gecede zaferini yalnız başına votkasını yudumlayarak kutluyordu.
I.Aleksandr, Napolyon’u kesin bir mağlubiyete uğrattıktan sonra kendini herkesten, her şeyden üstün görmeye başlamıştı. Bu savaşta önemli işler yapmış generallerini bile yanına yaklaştırmıyor, onları görmezden geliyordu. Kendini Hristiyanlığın koruyucusu, dinin son neferi olarak kabul ediyordu. Fakat o gece Aleksandr’ın düşündüğü şey yalnızca kazandığı zafer değildi. Onu asıl düşüren, uykusuz bırakan Rus insanıydı. Evet, I. Aleksandr Rus insanını sevmiyordu. Ona göre Rus insanı çorak bir tarlaydı. İşe yaramazdı, tembeldi, sarhoştu… Onu işlemek, verimli hale getirmek gerekiyordu. Bu yolda çok şey düşündü. Monarşinin kendisine kattığı gücü kullanmazdı. Çünkü gençliğinde tanıştığı hürriyetçi düşüncelere aşıktı. Peki, ama ne yapabilirdi? İşte Aleksandr bu ikilem arasında yavaş yavaş hissizleşiyordu. Ülkesi adına okuduğu her kitapta, verdiği her kararda monarşinin-bataklıktan farksız- kendisini içine çeken zorbalığına yavaş yavaş teslim oluyordu. Üstelik yapmayı düşündüğü reformlarla ülkesinin gideceği yolu göremeyecek kadar kör olmuştu.
“Sanki dünya kudretlileri karşısında yalnız iki yol vardı: ya sıkı düzen içinde saltanat sürmek, şiddet, düpedüz krallık kuvveti yahut sevgi içinde tahttan el çekmek.”
I.Aleksandr kendisine sunulan reform önerilerinde aradığını bulamıyordu. Ta ki eski bir kütüphanede General Servan’ın kitabını okuyana kadar. Bu kitapta askeri koloniler kurulması öneriliyordu. Aleksandr kararını vermişti: Rusya’yı Alman disipliniyle ayağa kaldıracaktı. Bu iş için en sağlam adamını yanına çağırdı: Arakçeyev.
“Arakçeyev, imparatora bir tanrı gibi tapıyordu. Çarın odasına titreye titreye, istavroz çıkararak girerdi. Devlet parasını çalmazdı. Has müşavir olması için başka ne lazımdı.”
Aleksandr’ın askeri kolonileri öncelikli olarak bir köyde denenecekti. Bu reform kısaca köylünün disiplin altına alınarak, savaş zamanı cephede, barış zamanında ise tarlada devlet yararına çalışmasıydı. (Eh bu iş için de sıkı bir askeri disiplin gerekiyordu.) Aleksandr böylece ürettiğini tüketen bir toplum oluşturmaya çabalıyordu. Bu işin yürütülmesinden sorumlu olan isim Arakçeyev’di. Arakçeyev, imparatora karşı yumuşak başlı gibi görünse de Rus halkına karşı son derece zalim ve gaddardı. Çarın emrettiği işleri yapmayanlar, Arakçeyev tarafından şiddetli cezalara çarptırılıyordu. (O dönemin yazarları Arakçeyev’in I. Aleksandr’ın gözüne daha fazla girebilmek için masum birçok köylü kadını, hiçbir sebep göstermeksizin kırbaçlattığını söyler.)
Ve gün geldi köylüler bu eziyete daha fazla katlanamadı. İsyan başlattılar. Fakat bu isyan I. Aleksandr’ın meşhur sözüyle nihayet buldu. “Petersburg’la Çudov cesetlerle örtmek zorunda da kalsam askerlik kolonileri yaşayacaktır.” Ve dediği gibi de oldu. Aleksandr’ın kendi deyimiyle “Almanlaştırma” projesi tam bir katliam örneğiydi. Rus köylerinin mis kokulu yeşil çimleri artık kan kokusunun hüküm sürdüğü kırmızılığa boyanmıştı…
“I.Aleksandr’la Arakçeyev, eserlerini pek beğeniyorlardı. Öyle ya, memleket yararına çalışmıyorlar mıydı? … Hem ahlak hem kazanç! Hem tutumluluk hem medeniyet!”
Her geçen gün “disiplin” adı altında binlerce kişiyi kırıp geçirmelerine kim dur diyecekti? “Rus insanını adam ediyoruz” hakaretini bir övünç kaynağı olarak gösteren bu iki katile kim haddini bildirecekti?
1819 yılının ilk çeyreğinde Rusya’nın önde gelen isimleri, bu baskı reformuna şiddetle karşı çıkmışlardı. Seslerini duyurmak isteyen küçük topluluklar çarın adamları tarafından dağıtılıyordu. O halde bu işi gizli yollardan yapmak gerekecekti. Gençler üniversitelerde, yazarlar büyük yalılarda, bir zamanların seçkin askerleri ise kışlalarda toplanıp, Aleksandr’ın baskı planlarını kırmak için sayısız suikast planı hazırlıyordu. Ne yazık ki bu yapılan planlar, birlik olunamaması neticesinde taslak olmaktan kurtulamıyordu. Sanki onlara yılmayan bir sözcü, yediği her yumruktan sonra ayağa bir öncekinden daha hırslı kalkan bir boksör lazımdı…
“Bu kanundışı dernekler, hiçbir ortak planla, hiçbir beraberlik programıyla birbirine bağlı değildi… sadece Rusya’yı sevmede, Arakçeyev’den tiksinmede birleşiyordu.”
Bu reform karşıtı toplanma yerlerinden en meşhuru ünlü yazarların evinde faaliyet gösteren Yeşil Fener adındaki edebiyat topluluğuydu. Bu topluluğa gelecekte adından söz ettirecek olan genç isimler katılıyordu. Zamanın ünlü politika yazarı Turgenyev, tiyatrocu Tolstoy, dekabrist Puşin, grubun haşarı çocuğu şair Puşkin, ateşli asker Çadayev ve bu grubun yaratıcısı Vsevolojski… Yirmiye yakın genç haftanın belirli günlerinde yeşil bir fenerin altında toplanıp sohbet ederlerdi. Bu sohbetler genellikle lakayt bir hava içerisinde geçerdi. Grubu biraz da dönemin şairlerinden olan Kukhelbecker’den dinleyelim:
“Edebiyat hakkında az kadınlar hakkında uzun uzun konuşulurdu… Bu dernekte başıboşlukla bol bol kuvvetli içkiler hüküm sürüyordu.”
Aslına bakacak olursak Yeşil Fener üyeleri sadece serseri gençlerden oluşmuyordu. Yeşil Fener o dönem için “özgürlük yolunda çalışan gençlerin dinlenme yeri” olarak tanımlanıyordu. Gündüzleri hükümetin zorbalıklarına söz ile saldıran gençler akşamları buraya gelip kafa dağıtıyordu. Arakçeyev’in kalplerini sızlatan zalimliklerini sert içkiler ve güzel kızlarla unutmaya çalışıyorlardı.
“İçtikleri her bir kadehten sonra çara ve onun ülkelerini sürüklediği yola lanet okuyorlardı.”
İlerleyen günlerde Yeşil Fener üyelerinden bazı gençler kendi aralarında dekabrist (ihtilalci) bir grup kurmuşlardı. Artık hızlı hareket etmeleri, bu zulme bir an önce “dur” demeleri gerekti.
“Rus köylerinden gelen acı haberler hele o, babasız kalmış çocukların gözyaşları, gençlerin damarlarında akan ateşli kanı daha bir yakıp kavuruyordu…”
Bu gizli çevreye sadece güvendikleri sadık adamları aldılar. Puşkin’in liseden arkadaşları Delvig ve Puşin, yazar Turgenyev’in evinde subaylarla bir araya gelip Rusya adına ateşleyici konuşmalara önderlik ediyorlardı. Politika tartışmaları, gizli planlar ve geleceği kurma yolundaki hedefleri onları şimdiden çara karşı “suikastçi” yapmıştı. Lakin hürriyet düşkünü Puşkin bu ciddi konuşmalara çağrılmıyordu. Aslında Yeşil Fener üyeleri onu çok seviyor fakat onu aralarına almak istemiyorlardı. Çünkü Puşkin dilini tutamayan, söylediğini sakınmayan bir gençti. İhtilalci gençler, Puşkin’i “başımıza işler açabilecek, söylediği tek kelimeyle hazırladığımız bütün planları suya düşürecek” biri olarak görüyordu. Puşkin henüz ergenlik çağında herkesin sevdiği saydığı birisiydi fakat bu tip ciddi çevrelerde güvenilecek türden biri değildi. Daima espriliydi, sıkıcı konuşmalara katlanamazdı. Sadece anı yaşıyor gününü gün etmeye bakıyordu. Lisede edebiyat alanında elde ettiği başarılar onu ünlü yapmış, birçok dost kazanmasına vesile olmuştu. Her kesimden dostu olmasına rağmen genelde düşük kadınlarla ve serseri gençlerle oturup kalkıyordu. Arkadaşları onun bu huyu hakkında şunları söyler
“Hiçbir baloyu kaçırmazdı. Bütün kadınlara kur yapardı. Kadınlar arasında inkâr edilemez başarılar elde ediyordu.”
Eğlence hayatının kirli ve sahte dünyası içinde kendini unutan Puşkin’e büyüklerinden birçok mektup yağıyordu. Fakat o, bu mektuplara aldırmıyor, gecenin fenerini bir başka kadının evinde söndürüyordu. Her sabah ünlü şair Jukovski’yle karşılaşan genç yazar, ona bu sabah çok uykusuz olduğundan bahsediyordu. Turgenyev ve Jukovski, Puşkin’in milleti adına sorumluluk alması gerektiğinden bahsediyorlardı. Bu yolda tek bir düzelme göstermeyen Puşkin, büyük yazarları üzmekten başka bir şey yapmıyordu.
“Jukovski, Karamzin, Turgenyev , bütün onu sevenler, beğenenler bu külhani yaşayışı bırak, diye kendisine yalvarıp yakarıyorlar. Ona şairlik ödevini hatırlatıyorlar. Ama Puşkin onlara aldırış etmiyor. Şairlik ödevini düşünmeyecek kadar yaşama hevesine kapılmıştır.”
Geçirmediği tek bir kavgasız gün, tartışmadığı tek bir an neredeyse yoktu. Çevresindekiler onun bu hareketli yapısına karşılık ona “çekirge” lakabını takmıştı. Kendisi hakkında işittiği en ufak bir eleştiride karşısındakini düelloya davet ediyordu. Bir gün arkadaşlarını toplayıp Alman meyhanesinde olay çıkarmış, eve eli yüzü kanlar içinde dönmüştü. Bayan Karamzin’i dinleyelim:
“Puşkin, Allahın günü bir düello yapar; çük şükür bu deüllolar, öldürücü değildir…”
Hayatında o kadar çok kadına aşık olmuştu ki bu bayanların isimlerini deftere not ediyordu. Lidya’lar, Nadya’lar, Katerina’lar Puşkin’le beraber sayfaların esrarına gömülüp gidiyorlardı.
Üstelik hoşlandığı kadınların mevkiine, evli oluşuna, yaşantısına bakmadan rahatlıkla onlara aşk mektupları, şiirler gönderiyordu. (Bunlardan birisi de tarihçi Karamzin’in eşiydi.)
“Uçarak yürüyüşünden
Şehvetli susuşundan
Sıcacık tatlı ağzından
Sevgilini tanıdın mı?”
İşte, Puşkin’in bu gailesiz sefahat hayatı, ihtilalcilerin onu toplantılarına çağırmamaları için yeterli bir sebepti. Rusya’nın geçirdiği buhranlı meselelerle ilgilenmeyen Puşkin kendi hayatını yaşamakla meşguldü. O ihtilalcilerin heyecanlı ve kavgacı ruhunu seviyordu. Takındıkları ciddi tavırlar, yaptıkları resmi konuşmalar ona göre değildi. Onun bu huyunu bilen arkadaşları Puşkin’in ihtilalci olabileceğine inanmıyordu. Bu durum Puşkin’i üzdüğü kadar, onu aralarında almak isteyen Dekabrist çevreyi de üzüyordu.
Arkadaşı Puşin, bu konu hakkında şunları söyler:
“Bir gün Turgenyev’in evinde toplantı halindeydik. Maslov’un istatistik üzerine bir yazı okuduğu sırada omzuma bir el dokundu. Bu Puşkin’di. Bana ‘Burada ne yapıyorsun ?’ dedi. Besbelli bu yüksek birliğe alınmayışı onu çok üzüyordu. Neden birliğimizde onu düşünen çıkmamıştı? Beni korkutan düşünce onları da sarmıştı. Görüşü biliniyordu, ama ona tam bir güven beslenmiyordu. Onun ciddiyetsizliğinden sızlanmayan mı vardı?”
Her gün bir rutin haline gelen sarhoşluk, uykusuzluk, kavgalar, kirli yataklarda düşük kadınlarla yatıp kalkmalar… Bir zaman sonra bu hareketli ve çirkin hayata daha fazla dayanamayan vücudu ölümcül bir hastalığa tutuldu. Bütün gün ilaçlarla ve ateşle boğuşuyordu. Doktorlar durumunun çok ciddi olduğunu söylüyordu. Artık dışarıya çıkacak adımı atmaya dahi muktedir değildi. Fakat iyi olan şeyler de vardı: Geçirdiği hastalık ona çok şey katmış, onu bilinçlendirmişti. Sanki o eski çocuk gitmiş, yerine zorluklara göğüs geren olgun birisi gelmişti.
“Artık aynı adam değilim, o yaldızlı saatler,
O ateşli serkeşlik, o şakraklık muziplik…”
Sözlerinden de anlaşılacağı üzere can sıkıntısından ve eğlence hayatının sahte dünyasından bezmişti. Alnına yazılan ödevi başkaydı sanki. O milleti için, haklı bulduğu değerler için kavga etmeliydi. Haksızlıkla, dünyayı esareti altına alan fenalıklarla göğüs göğüse çarpışmalıydı. O bunun için doğmuştu. Hasta yatağından kalkıp bir an önce sorumluklarını yerine getirmek için yanıp tutuşuyordu.
İlkin sefahat yaşamından kurtulan Puşkin dayanıklı yapısı sayesinde yakında hastalığını da atlatacaktı. Eğlence hayatından sonra geçirdiği hastalık, ona gelen ilahi bir uyarıcı gibiydi. Zamanla ihtilalci grupların kendisini istemediğini anlayan Puşkin, yavaş yavaş yaptığı hataların farkına varmıştı. Hasta yatağında kararını verdi: Hükümeti tek başına hırpalayacaktı.
“Puşkin, saflarda savaşmak için doğmamıştı. Her türlü kurumlarda uzak tek başına çalışmaya bırakmalıydı onu. Tek başına ateş etmeliydi…”
Zamanla büyüklerinin öğütlerine uydu ve ülke sorunlarına olan ilgisini artırdı. Arkadaşı Mansurov’la mektuplaşarak ondan askeri koloniler hakkında bilgi aldı. Artık yatağının üstü mısralar yazılı kâğıt parçalarıyla doluydu. Kendindeki değişimi seziyordu. O azgın, kendini bilmez genç yoktu. Hastalığını atlattıktan sonra I. Aleksandr, Arakçeyev ve diğer bütün idare mensuplarına ağır eleştiriler içeren şiirler yazmaya başladı. Bundan sonraki yaptığı tartışmalar ve girdiği kavgalar şahsi meseleleri için değil, milleti adına olacaktı. İlk hedefi, “zalimin yardımcıları” dediği, hükümet yanlılarıydı. Monarşi yanlısı Karamzin’e şunları yazdı:
“O, sade, ince tarihinde
Bize büyük bir tarafsızlıkla
Otokrasinin hikmetlerini,
Kırbacın nimetlerini anlatır.”
Bu hicviyeden sonra Karamzin, Puşkin’den nefret etmeye başlamıştı. Aralarında ciddi tartışmalar geçti ve bir süre sonra iki taraf da birbirini görmez oldu. Puşkin, Karamzin dışında Arakçeyev’i destekleyen bir papaza çattı. Yazdığı mısralar Rusya’nın gündemine oturuyordu. Yırtıcı pençesiyle hedef aldığı kişiler Puşkin’e karşı cephe almıştı. Düşmanları pek tabii olarak kendilerine kafa tutan bu genç gibi bir yazma yetenekleri olmadığından, soluğu Arakçeyev’in yanında alıyorlardı. Kısacası Arakçeyev’e Puşkin’i şikâyet ediyorlardı.
“Yarı softa, yarı düzenbaz,
Ruh silahlarıyla hem kepazeliği, hem haçı,
Hem kılıcı, hem kırbacı savunuyor.”
Arakçeyev’e Puşkin hakkında yığınla şikâyet geliyordu. Şikâyetlerde Puşkin’in yazmadığı mısralar, söylemediği sözler, Puşkin tarafından yazılmış, söylenmiş gibi gösterilmişti. Arakçeyev küçümseyerek baktığı bu genci bir uyarıyla geçiştirdi.( Kimi yazarlara göre tehdit etti.) Bu olaya iyiden iyiye sinirlenen Puşkin adının karalanmasına, hakkında asılsız iftiralar atılmasına çok kızdı. Bu kızgınlığını başka bir hicviyeye döktü. Askeri kolonilerin büyük üstadı, yüzlerce insanın katili Arakçeyev’i hedef aldı.
“Bütün Rusların tiranı
Bütün idarecilerin celladı,
Çarın kardeşidir, dostudur.
İçi öfke dolu, öç dolu,
Ruhu yok, kalbi yok, asilliği yok…”
Puşkin, yazdığı hicviyelerle suikastçi çevrelerin sözcüsü olup çıkmıştı. Bir zamanlar kapılarından içeri sokmadıkları bu genç şairin şimdi peşinde koşuyorlardı. Etraftaki insanlar Puşkin’i gördüklerinde önlerinden çar geçiyormuş gibi davranıyor, ona övgü yağdırıyorlardı. Dur durak bilmeden yazdığı hicivlerine üstelik bir de milliyetçilik ruhu katmaya başlamıştı.
“Gel de parçala ünümü şanımı,
Tatlı sesli sazımı kır.
Ben Hürriyeti övmek istiyorum
Tahtlar üstünden kötülüğü kaldırmak…”
Bir gün Turgenyev’in evine ziyarete gitti. Turgenyev, Mihailov sarayının karşısında oturuyordu. Turgenyev’in evinde bulunan arkadaşları, Puşkin’den Mihailov sarayına(Aleksandr’ın katliam reformuna karar verdiği yer) bakarak, özgürlük şiiri yazmasını istediler. O da onların bu isteğini kırmayarak Hürriyet Kasidesi isimli şiirini yazdı. Şiiri yazarken orada bulunanlar, Puşkin’in bir kalem ve birkaç kâğıtla güle oynaya birkaç saat içinde şiiri bitirdiğini söylerler. Bu büyük yeteneğin ilham dünyası gerçekten de takdire şayandı. Az bir zamanda bitirilen bu önemli şiirde Aleksandr’dan Fransa kralı Louis’e kadar her türlü atıf vardı. Özellikle şiirde öyle bir yer vardı ki bu bölüm çar Aleksandr’ın şiiri okuduğu sırada onu üzüntüsünden hıçkırıklara boğacaktı. (Puşkin, Aleksandr’a -tahtı ele geçirmek için- babası Pavlov’u öldürmeye gelenlere, haince yardım edişini hatırlatır.)
Kordonlu, sırmalı katiller,
Öfkeyle, şarapla,
Küstahlıkla, korkuyla sarhoş,
Hain gece bekçisi susuyor,
Sessizce köprü indiriliyor,
Satılmış bir hainin eli,
Gece kapılarını açıyor.”
Hürriyet Kasidesi, Rusya’da kısa sürede büyük yankı uyandırır. Subayların, öğrencilerin ve asilzadelerin elinde gezen şiir kopyalanır, dağıtılır, elden ele gezer. Çağdaşlarının söylediğine göre, o dönem bu şiiri ezbere bilmeyen yoktu. O, halk tarafından seçilen ilk şairdi. Yazdığı her mısra kutsal kabul ediliyordu.
“Bununla beraber bu devirde hükümet baskısı öyle çetin, polis gözetimi öyle sıkıydı ki, Rus toplumu Puşkin’in en küçük bir yazısını devrim gösterişi sayıyordu…”
Hükümet aleyhinde yazılan her mısra Puşkin’den bilinmeye başlanmıştı. Hiç şüphesiz bu durum hükümetin ona büyük bir ceza kesmesine neden olacaktı. Puşkin artık hafiyeler tarafından takip edilen bir suçlu gibiydi. Geçtiği her sokak, çatık kaşlı bir polis tarafından gözetiliyordu. Genç şairin yüreğine takip edilme korkusu düşse de bu, asla şiir yazmasına engel değildi.
“İhtiyar köle, merhametsiz bir efendinin
Tarlalarında sıkıntıyla yere çökmüştür.
Kızları için bir şey hayal etmek, ummak ne haddine !
Onlar ahlaksız bir canavarın
Keyfine, şehvetine bırakılmıştır.”
Puşkin’in yazdığı Hürriyet Kasidesi şiiri öyle tehlikeli bir noktaya ulaşır ki evinde bu şiirin kopyasını bulunduran dostları baskın korkusu yaşar. Hükümet tarafından bu şiirlerin okunması, dağıtılması yasaklanmıştır. Turgenyev, Hürriyet Kasidesi’nin bir kopyasını kendisine göndermesini isteyen Viazemski’ye şunları yazar.
“Seni de onu da düşündüğüm içindir ki, şiiri göndermekten korkuyorum. Yerin kulağı vardır.”
Bir gün, Petersburg’un güneşli bir bahar sabahında, yüksek sosyeteye bir söylenti yayılır: “Puşkin gizlice saraya çağrılmış, siyasi şiirleri yüzünden adamakıllı kırbaçlanmış.”
Puşkin’in düşmanları tarafından ortaya atılan bu asılsız iftira, kısa sürede çevreye yayılır. Bunu duyan Puşkin deliye döner. Ama öfkesini, nefretini kime dökmelidir, kime haykırmalıdır, bu haince fısıldanan yalanları?
“Kendisini, namusuna dokunulmuş, mahvolmuş sayıyordu. Nasıl olur, o, Puşkin ,herkesin eğlencesi olsun! O ki, şairlerin en cesaretlisidir…”
Bu olay onu kahrediyordu. Vicdan azabından kurtuluşu çara mektup yazmada gördü. Fakat bu mektubu göndermedi. Yazdığı mektupta sürgüne gönderilmek istiyordu:
“Haysiyetimin temizlenmesi için ya Sibirya’yı, ya kalebentliği ümidediyorum.”
Puşkin’in çar aleyhine yaptığı her eylem, anında Aleksandr’a bildiriliyordu. Aleksandr’ın bu gence karşı öfkesi iyice artmıştı. Arakçeyev, halkın desteğini arkasına alan Puşkin belası hakkında Aleksandr’a bir öneri sundu: “Ona görülmemiş, ibret verici bir ceza verilsin !” Puşkin’in evine hafiyeler sokuldu, gizlice aramalar yapıldı. Günlükleri, şiirleri didik didik edildi. Fakat hükümet karşıtı şiirler bulunamadı. Uşağına para karşılığı efendisinin şiirlerini ifşa etmesi teklif edildi. Sadık uşak efendisi Puşkin’e ihanet etmemişti, üstelik efendisine tüm bu olanları anlatmıştı. Aramalar yapıldığı sırada, yolda Puşkin’e rastlayanlar düşünceli ve sinirli olduğunu anlatıyordu. Onun bu dalgın halinde yolun sonuna gelmiş bir adam tipi vardı. Aramalardan bir gün sonra askeri valinin yanına çağrıldı. Vali Puşkin’den kanun namına yazdığı şiirleri teslim etmesini istedi.
Puşkin başı dik, gözleri manalı bir şekilde gülerek valiye şu cevabı verdi:
“Kont, bütün şiirlerimi yaktım: yani evimde bir şey bulamazsınız; ama isterseniz, hepsi şurada’dır ( parmağıyla alnına dokundu.) emredin, kâğıt getirsinler bütün şiirlerimi yazayım.”
Gerçekten de Puşkin hükümet karşıtı bütün şiirlerini valinin karşısında tekrar yazmıştı. Vali onun bu cesaretine, güçlü hafızasına hayran kaldı. Puşkin’in yazdığı şiirler, vali tarafından bir kitap halinde imparatora sunulur. Puşkin ve onun bütün sevenleri imparatorun genç şair hakkındaki nihai kararını beklemektedir. Bu sıkıntılı zamanlar, şair için sanki hiç geçmeyecek bir asır gibi gelir. Puşkin bu sıralarda manevi yönden çok büyük acılar çeker, fakat çektiği acılar arasında pişmanlık yoktur.
Şairin Sibirya’ya gönderileceği iddiası yayılır. Bunun anlamı, o dönem için ölümden farksızdır. Ailesi çara yakın olan Karamzin’den yardım ister. Oğullarıyla olan kavgasını Karamzin’den unutmasını ve Puşkin’e verilmesi beklenen Sibirya sürgününün hafifletilmesi için çarla konuşmasını ister. Ailesi ve tüm dostları gerçekten perişan haldedir. Babasının acınacak hali Karamzin’e yazdığı mektupta anlaşılır:
“Dostum bitkinim, pek bitkinim. Göz yaşlarım yazmama engel oluyor…”
Turgenyev, Karamzin, Jukovski ve diğer dostları şairin affedilmesi için çarın ailesine yalvarmakla meşguldür. Öyle ki hiç umulmadık bir olay da şairin kavgalı olduğu hatta alaya aldığı eski lise müdürünün şairin haline acıyıp, çara karşı Puşkin’i koruması olmuştur. En sonunda çar kararını vermiş ve Puşkin’i güney kolonilerinden Ekatarinoslav’a göndermiştir. Ailesi ve dostları Sibirya cezasına göre daha hafif olan bu cezaya sevinmiş, bayram etmişlerdir. Turgenyev bu karardan sonra şunları der:
“Çar Puşkin’e karşı çar gibi davrandı.”
6 Mayıs 1820’de Puşkin cebinde sadece bin kâğıt ruble yol parasıyla Petersburg’dan ayrılır. Artık hoppalıklarından, kavgalarından, aşıklarından, sahte asilzade gülüşlerinden ve gece hayatından uzaklaşmak zorundadır. Her ne kadar şerefini kurtardığını düşünse de yine de gözü yaşlı ayrılıyordur Petersburg’dan. Elindeki bin rublenin konulduğu zarfa ve arkasına aldığı şehre son bir kez bakar, Mihailov Sarayının en üst katındaki ışığın yandığını görür.
(Aleksandr ve Arakçeyev Puşkin’in şehri tek ettiği sırada zafer kadehlerini içiyorlardır.)
O sırada şunları düşünüyordur:
Ceza almasına sebep, korkak çevrelerin laf ile yürütemediği gemiyi, cesareti ve yüreğiyle tek başına sırtlayıp götürmesi miydi? Bugün bu şehri neden sadece o terk ediyordu? Dalkavuk olmadığı için kaybetmişti? Bugün kazanan kötüler olmuştu fakat bu iş daha bitmeye çok uzaktı. Yeniden dönecek, kaldığı yerden çok daha sağlam adımlar atarak ilerleyecekti. İnsanların ihtiyaç duyduğu yerde, dimdik vücuduyla zalimlere karşı haykıracaktı!
“Ey zorbalar, size taç giydiren,
Kanundur tabiat değil
Siz milletin üstündesiniz
Kanun da sizin üstünüzde.”
O, bir aydın olarak halkına vurulan kırbacın önüne yatmıştı. Belki kırbacı tutan eli indirememişti. Lakin bu yolda gencecik yüreğini ortaya koyarak, elinden geleni yapmıştı. Onun istediği monarşinin devrilmesi, insanların asılıp kesilmesi değildi. Onun tek istediği şiirinde de dediği gibi “çarın bir işaretiyle köleliği kaldırması” idi. Arakçeyev’in zalimliklerini sürdürdüğü köylerde, daha edebiyatın adını dahi duymayan çocuklar Puşkin adını öğrenmişti. Rus gençleri her yerde onun adını sayıklıyor, onun izinden yürümeye çalışıyorlardı. Bundan daha güzel bir başarı olabilir miydi ? Üstelik henüz 21 yaşındaysanız…
Puşkin’in sürgüne gönderilmesinden sonra Karamzin, evine gelen misafirlerine çalışma odasındaki bir köşeyi göstererek, onları üzüntüye boğacak şu sözleri söyler:
“İşte, Puşkin’in sürgün haberini duyduktan sonra gözyaşlarıyla ıslattığı yer.”
Kaynak: Henri Troyat Puşkin- Milli Eğitim Basımevi, Rus Edebiyatında Puşkin Gerçekliği- Ataol Behramoğlu, Wikipedia 1, 2, 3