İnsanların iyiliğe bu kadar övgü yapmasını zihnim bir türlü anlayamıyor. Ya da hep iyiliği arzulamaları bana biraz riyakarlık gibi geliyor. Dünya üzerinde konulmuş bazı sınırlar bulunmakta. Bu iyilik denilen olgu belki marsta süreklilik arz ediyor olabilir ya da Plüton gezegenlikten kovulmuş olmasaydı belki orada bir yerde hep iyinin var olduğunu iddia edebilirdik ama biz Dünyada yaşıyoruz ve kurallar Dünya’da Mars’taki gibi değildir.
Dünyamızda John Nash’in öne sürdüğü oyun teorisi geçerliliğini korumaktadır. Hatta bence bu teoriden bir adım ileridedir. Bir kanundur, tıpkı yer çekiminin elmaları sürekli toprağa davet etmesi gibidir. Eğer robotlar hayatımıza gökten zembille inmezse, ışınlanma denilen fiil zamanlarımızda çekimlenmezse, ölümsüzlük iksiri insanların dünyasına girmezse-ki çok zordur hatta imkansızdır- bu olgu bu şekilde olmaya devam edecektir. Bu da şunun olmasına neden olacaktır. Dünya asla uzun bir barış dönemi göremeyecektir, hiçbir zaman iyiler kazanmayacaktır, hiç yaşam galip gelmeyecektir, güldüğümüz zamanların sayısı hep ağladıklarımızla baş başa olacaktır; yani demeye çalıştığım şey hiçbir zaman hep iyi diye bir kelime olmayacaktır. Aynı zamanda bu kötü için de geçerlidir. İyilik her yerde olsaydı, hiç kötülük kalmamış olsaydı, insanlar birbirlerine kazık atmıyor olsalardı, uyuduğumuz zaman sadece uyuyabilseydik acaba bu olguların değeri kalır mıydı? Zaten elması değerli kılan şey zor bulunuyor olması değil miydi? Ya da ben mi yanlış biliyorum? Televizyonlarda sevdiğim yani eskiden sevdiğim doğa programları vardı. İnsanlar şehir hayatından sıkılıp, oligapollerden midesi bulanıp, borsalarda batıp, arabaların klakson seslerinden bezip, mikroplardan korkmaya başlayıp kendilerini doğaya vuruyorlardı.
Çok güzel değil mi? Herkesin hayali sanki bu anlattıklarım. Şehrin karmaşasından, gürültüsünden, insanlarından, elektriğinden, havasından, hava kirliliğinden, kanalizasyonlardan kısacası şehirlerden sıkılıp kendilerini doğaya atıyorlar. Buraya kadar her şey gayet normal. Bence burada da oyun teorisi devreye giriyor. Çünkü o yaşamı değerli kılan şey dünyamızın, yani büyük çoğunluğumuzun yaşadığı yerin içinde pek fazla doğa kalmamış olmasıdır. Şayet yani her yer onlardan olsaydı, her yerde bir doğa gezgini olsaydı, her gün avcılıkla karnımızı doyursaydık, hala ateşle iletişim kuruyor olsaydık, elektriksiz aletlerle yaşamımızı sürdürseydik kısacası taş devrinde kalsaydı çağımız, tarihimiz; olmasaydı ateşi bulan, göçmeseydi kavimler ya da Fatih olmasaydı 2. Mehmet veyahut Bastille’den çıkıp gelmeseydi özgürlük emin olun birileri çıkıp yine teknolojiyi inşa ederdi. Taş devrinde yani ilk çağlarda değerli olan şey doğa değil teknolojiydi. Yoksa yanlış mı biliyorum? İşte oyun teorisi dünyanın, bence evrenimizin, hatta belki de yaşamdan sonrasının yapı taşını oluşturmaktadır. Bir insan nasıl oluyor da bu kadar geniş çerçeveli bir projeksiyon koyabilmiş önümüze hayret ediyorum. Belki de şizofreninin doğurduğu bir olgudur teorimiz.
Belki bu teoriyle birlikte cennet ve cehennem kavramının hükmü zayıflamış oluyordur. Belki sonsuz o kadar da arzulanır bir şey değildir. Hatta ölümsüzlük insanlara verilseydi ya da birtakım insanlara verilseydi onlar lanetli sayılacaktı. Ölüm galiba insanlara atfedilmiş en büyük lütuflardan birisi. Ölüm şu anımızı, geleceğimizi ve geçmişimizi değerli kılmaktadır. Borsalarımız varsa şayet, hastanelerde gülücükler saçabiliyorsa ameliyatta kurtulan bir kişi veya yeni doğan kişiler bu kadar seviliyorsa bu hep ölümün sayesindedir. Ölüm, bilinmez ama üzerinde binlerce teori üretilmekte hatta onun korkusu üzerinden binlerce din türemiş durumda. Ölüm belki de sonsuz hayatın sonlu kısmının son bulması eylemidir. Bilmiyorum. Ondan sonrası? Yani cennet veya cehennem veya Araf… Cennet, hep iyi, hep güzel, hep sonsuz, hep, hep; hiç, hiç yok içinde. Yani böyle tanımlanmakta cüzi bilgimizle. Acaba cennet o kadar arzulanır bir yer midir acaba? Aslında bir lanetli toprak mıdır, insana eziyet eder mi; bir süreliğine cehennemde kalmak sonsuz cennetten daha mı güzel? Bu soruların yanıtını bu dünyadan verebilmek çok güç.
Anlatmaya çalıştığım şey sürekliliğin bir değersizleşme olduğudur. Oyun teorisinde ne kadar çok üretim yaparsanız malın değeri o kadar çok düşecektir. Yani bu teoriye göre sonsuz yaşamın hiçbir değeri olmayacaktır. Eğer sonsuz yaşama değer biçilecekse, oyun teorisi yok edilmelidir; insanlığımız üzerimizden söküp alınmalıdır ki sonsuzdan bir şey anlayabilelim. Fikirler kar topu gibi yayıldıkça, düştükçe, ilerledikçe büyüyorlar. Nereden nereye geldi konu. İyiliğin olmadığından ve iyiliğe değer veren şeyin aslında kötülük olduğundan bahsediyordum ki konu öbür dünyaya kaydı. Varlığından şüphesizim, ama ne şekilde var olacağı konusunda büyük ve güçlü şüphelerim bulunmakta. Bence tıpkı dünyaya gönderilişimiz gibi yine bir evrim teorisi ortaya atılacaktır. Bu kez de buraya nereden düştüğümüz konusu gündeme gelecektir. Belki de evrim insanoğlunun dünyalılaşması olgusudur. Bilmiyorum sadece bir fikir parçası bu. İyilik yoktur, kötülük yoktur; sadece bunların arasındaki oyun teorisi iyimsi ve kötümsü olan şeyleri belirler. Ne kadar büyük kötülük varsa o kadar az iyilik vardır. Ama yine de bir yerlerde iyilik saklanıyor olmalıdır. Eğer her yer ama her yer istisnasız kötülüğe bulanmış olsaydı, hiçbir yerde iyilik denilen olgu kalmasaydı; kötülük de olmazdı. O artık bambaşka bir olgu haline gelirdi. Ne olurdu bilmiyorum. İsmi bile değişebilirdi. Ölümün bilinmez oluşu gibi o da bir hayli bilinmez olurdu.
Bir de şunu anlamlandıramıyorum, insanlar sürekli teknolojiye sövgüler yağdırıyor; doğaya kaçmaya çalışıyor, bir sürü başka sövgüler buluyorlar ama bence bu da her yerde teknolojinin oluşundandır. Einstein’in söylediği gibi ‘elektrik o kadar ucuzlayacak ki mumu sadece zenginler yakacak’ diye. Mum lüks lokantaların en nadide parçalarından biri değil mi? Her yer oyun teorisi… İnsanların doğaya kaçma isteğinin, elmasın bu kadar değerli oluşunun, Dostoyevski’nin eserlerinin çekiciliğinin nedeni oyun teorisidir. Her yer gündüz olsaydı karanlığa büyük özlem duyardık. Doğa kendine en uygun düzeni kurmuş o halde insanlar ne yapacak, yani değer yok, değersizlik hiç yok; herkes değerli ve değersiz bu dünyada. Yoksa doğa yine en uygun yolu buluyor kendine; su en iyi yürüyebileceği yolu seçer. Dünya bir su gibi hareket etmekte. Cümlelerim çok cılız, anlatmak istediğim şeyi tam olarak anlatamıyorum sanki. Ya da anlatıyorum. Neyse…