Her daim gittiği o küçük çayhaneye akşam üzerine yakın bir vakitte vardı. Kapının iki yanında bulunan saksılardaki çiçeklerin keyifleri yerinde görünüyordu. Krizantemlerin ağırbaşlılığına karşılık saraypatları, eskiden kalma küskünlüklerine son verdiklerini ilan edercesine coşkundular. Onlara gülümseyip kapıyı açtı ve yüzüne vuran sıcak hava dalgasını minnetle kabul etti. Girişin hemen yanındaki, bütün sokağı gözler önüne seren o her zamanki masasına yöneldi. Oturmadan önce bir koluna kaşkolunu tıkadığı kabanını ayaklı portmantoya astı. Çantasından defterini ve kalemini henüz çıkarmıştı ki duble çayını getirip masasına bıraktılar. Müdavim ayrıcalığı. Teşekkür edip defterini özenle açtı. Durdu sonra. Çayın sıcak buharı ayartıcıydı. Defterini kapatıp bir sigara yaktı, dumanı buhara yarenlik etsin diye. Sigarası bitene dek sokağı seyretti. Rüzgâra karşı yürüyenlerin montlarının yakalarına, sevgililerin birbirlerine, sokak kedilerininse kendi kuyruklarına sarılmalarını seyretti. Isınan bedenine dolan o huzurla hüzün karışımı bilinmez duyguyu sarınıp sigarasını söndürdü. Yeniden defterini açıp yazdıklarını parmaklarıyla okudu ve usulca yazmaya başladı. Mevsim sonbahardı…
“Bekletmedim ya çok?!”
Önce boynunu çevreleyen fularını, ardından da trençkotunu çıkarıp adamın kabanının yanına astı.
Çantasını sandalyenin sırtına tutturarak kendinden emin bir gülüşle adamın tam karşısına oturdu.
“A-anlamadım?..”
“Ben, diyorum, çok bekletmedim ya!”
Sesi tiz, biraz da kırık denilebilecek bir tondaydı; kendine has. Adam bu birdenbireliğe aldırmadı, “Karıştırdınız galiba, sizi tanıdı-..”
“Yok, yok; karıştırma falan yok! Burada bekleyen bir tek siz varsınız işte, değil mi?..”
Sandalyesine ve sıcaklık farkına alışmaya çalışan kadının çipil çipil bakışları altında bir an kendinden şüphe etti adam. Etrafına hızlı bir göz attı. Ne beklemesinden bahsediyordu bu şimdi,
“Nasıl yani beklemek! Birini beklediğimi de nereden çıkar-…”
“Öylecene uzaklara bakışınızdan elbette. Birini bekler gibiydi bakışınız; ben de daha fazla bekletmek istemedim…”
Duraksız bir cevap. Yine. Önceden çalışılmış gibi. İçten ama sözünü ikinci kez kesen bir cevap.
“Ne münasebet canım! Ben-ben bir şeyler yazmaya çalışıyorum, dalmışım demek ki. Sizin anlayacağınız, işime dönmeliyim?..”
Kararlı gibi gözüktüğünü umuyordu bunları söylerken. Kadın umursamadı,
“Ah, ama olur mu öyle şey! Oradan bakınca, sizi bu masada tek başınıza beklemeye terk edecek denli insafsız biri gibi mi görünüyorum?”
Sinirlenmeye başladıysa da kadının çevresine yaydığı neşe bu siniri bastırmasına neden oluyordu. Kendi gibi orta yaşlarında olmalıydı; kaz ayakları diye adlandırılan göz kenarı kırışıklıklarına bakarak tahmin etmişti bunu ve haliyle, her aklı başındaki yetişkin gibi, daha fazla ısrar etmenin mânâsız olacağını kabul edecekti kuşkusuz ama kazın ayağı öyle değilmiş.
“Bakın çalışmam gerek, yazmam yani. Bu tavrınız sizce de rahatsız edici değil mi?”
“Bilmem! Öyledir belki ama sizi bir başınıza beklemeye bırakmam daha rahatsız edici olmaz mı? En azından ben çok rahatsız olurum bu durumda. Ve inanın, o halimi hiç sevmiyorum…”
Son sözlerini, avuç içlerini masaya yapıştırarak, zaten küçük olan gözlerini görünmez hale getirecek derecede kısarak ve son kelimeler neredeyse duyulmayacak bir sesle söylemişti. Ardından dikleşip arkasına yaslandı ve “Ne yazıyorsunuz?” diye sordu o ilk gülüşüyle, nasıl bir karşılık alacağını bilir gibi.
“Yok ama bu artık gerçekten sıkıcı olma-…”
“Ya ama bir dakika ya!” diye sözünü üçüncü kez kesti kadın, gülüşünü bozmadan, “yaklaşık on dakikadır sizi izliyorum ben, sokağın girişindeki şu lambanın dibinde. Yorulmuştum biraz. Sizi izledim öylece. Bir şey bekliyordunuz, ne beklediğinizi bilmeden. Geçip gidenlere bakışınızdan belliydi. Ve öyle yalnızdınız ki beklerken; handiyse şairin dediği gibiydiniz, yalnız bile değildiniz…”
Öyle miydi gerçekten? Yalnız bile değil miydi artık yalnızken? Bakışları o denli mi kayıptı?.. Söylediklerine takılı kaldığını fark etmeyen kadın konuşmasını sürdürüyordu. Adam anlık düşüncelerinden sıyrılıp kadının sözlerine yetişmeye çalışırken buldu kendini.
“-şüyüp hem sıkılınca, gideyim yanına, dedim kendi kendime. Hem kim bilir, iki yalnız bir çokluk ederdi belki, diye düşündüm…”
Çayhanenin tek garsonu yaklaşınca ona döndü kadın,
“Bize iki tane tavşankanı getirebilir misiniz lütfen? Duble olsun, değil mi?.. Bir de iki servis tabağı alabilir miyiz, girmeden simitle peynir almıştım da?..”
Garson, adama bakıp duraksadı. Adam kalemini bırakıp defterini kapadı ve ellerini, kadının biraz önce koyduğu şekilde defterin iki yanına koyarak önce kadına sonra da garsona baktı; insan ne zaman teslim olacağını bilmeliydi, değil mi? “Yeni demlenenden getir ama lütfen!” dedi. Garson başını eğip gitti. Kendisine tatminkâr bir ifadeyle bakıyordu şimdi kadın.
“Pekâlâ! Madem işin içine simit ve peynir de girdi; ve madem artık yalnız bile değilim, hayır demek ayıp olur. Yok, durun, aman!” sağ elini hızlıca havaya kaldırdı, “Geldiğinizden beri üç kez sözümü kestiniz; şimdi izin verin de sorunuzu yanıtlayayım…”
Kadın dirseklerini masaya koyarak ellerini havada kenetledi ve çenesini ellerinin üzerine koyarak gözlerini kırpıştırdı. Adam gözlerini kapatıp kafasını yavaşça iki yana salladı ve dudağının kıyısına bir tebessümün konmasına izin verdi,
“Aslına bakarsanız belirli bir şey yazmıyorum; yazar veya muhabir değilim yani. Çantamda her daim taşıdığım bir defterim var: Karalama defteri. Bazı günler işim bittiğinde buraya gelir ve bir şeyler karalarım. Bazen bir cümle, bazen bir öykü, bir şiir veya salt çizgiler bazen. Ne bileyim, kalemle kâğıdın üzerinde gezinmek heyecanlı bir yolculuk gibi gelir bana, sonu belirsiz bir yolculuk…”
Kadın duruşunu hiç bozmamış, merakla dinliyordu. Devam etti adam,
“Aslına bakarsanız kendimle olmanın yolu olarak görüyorum yazmayı. Şu küçücük yerde bir başıma sokağı, geçip gidenleri izlemek, bir şeyler karalamak, kendimle konuşmak hoşuma gidiyor. Bazen de salt oturup çay-sigara içmek, bir başıma…”
Çaylarla servis tabakları gelince sustu. Kadın dönüp çantasından çıkardığı kese kağıdından servis tabaklarına birer simit ile peynir dilimi koydu. “Soğutmayalım” diyerek tabaklardan birini adamın önüne itti ve kendi çayından bir yudum alıp simidiyle peynirini iştahla yemeye başladı. Gözleri, ara ara kendisine bakan kadını izlerken adam da aynısını yaptı. Acıkmış olduğunu simidi bitirdiğinde anladı. Bu süre boyunca konuşmadılar. İki çay daha istedi sonra adam, kadının onaylayan gülüşünü görerek. Onlar da gelince kadın aldı sözü,
“Güzel söylediniz ama ben ne yazdığınızı sormuştum, içerik yani. Mesela bana ne yaptığımı sormuş olsaydınız size dolaştığımı söylerdim ama burada bırakmazdım. Dolaşmayı sevdiğimi, gittiğim yerlerin tüm dokusunu içime dahil ettiğimi ve yerler arasında ayrım yapmadığımı, yeni insanlarla tanışmaya çalıştığımı ve her yeni insanla yeni bir şeyler öğrendiğimi söylerdim. Bu dolaşma esnasında yalnız gibi görünsem de öyle olmadığımı, çünkü yalnızken bile tüm sevdiklerim olabildiğimi söylerdim size.”
“Tüm sevdiklerim olmak?”
“Öyle ya! Yoksa nasıl baş eder insan yalnızlığıyla?”
“Anlamıyorum?!”
“Sevmek meselesi işte. Hayatı sevmek. İnsanları / insanlarını sevmeden yaşamak mümkün mü?” Adamın gülüşü kırıldı. Hüznün gölgesi yerleşti usulca,
“‘Mümkün mü’, değil mi? Ama yaşıyoruz işte, sevmenin ne olduğunu bilmeden. Sen bir yerinden yakalamayı başarmış gibisin. Ya bu coğrafyanın travmasını atlatamayan diğerleri?”
Kısa bir sessizlik ânının ardından “Açıkla,” dedi kadın. Sesi yumuşak ama katiydi. Daha önce de tanık olmuştu adam; duymayı ummadığı sözlerle karşılaşınca böyle olurdu insanlar. Beklemediği değil, ummadığı. Yine de, tüm sevdikleri olabilen bir kadını diğer insanlarla karşılaştırmak haksızlık olurdu. Tüm içtenliğinin sesine yansımasını ümit ederek devam etti adam,
“Peki, açıklayayım!” dedi, “Bu coğrafyanın geçmişten gelen bir travması var. Yaşamın her alanına sirayet etmiş bir travma. Kökenleri nereye iner bilmiyorum ama açtığım her kapının ardında tanık olduğum şey bu. İşimi söylemedim size, değil mi? Çilingirim ben. Her gün onlarca evin kapısını açarım. İnsanları tanımak için ne iyi bir meslek olduğunu bilemezsiniz. Bekârlar, evliler, ihtiyarlar, gençler, zenginler, fakirler… Ama konudan uzaklaşmayayım. Bu coğrafyanın travması, diyordum. Bu coğrafyada doğan her bir çocuğun babası, gayr-i ihtiyari sevmelerin adamıdır…”
Sözlerinin kadına işlemesini bekledi. Gözleri iyice kısılmıştı yine kadının. Şimdiye kadarki sohbetleri olmasa buna öfke diyebilirdi ama değildi. Bildiği ama adlandıramadığı bir durumu inkâr etmekle kabul etmek arasında bocalayan bir bakıştı bu. Adamın sigarasından bir tane aldı teklifsiz. Yakıp derin bir nefes çekti ve adamın devam etmesini bekledi.
“Farkında olmadan sever bu coğrafyada çocuklarını babalar. Bazen dalıp gitmişken başını okşayarak, gülümseyerek bazen sevgiyle bilmeden; iyi uykular derkenki sevgisinin bile farkında değildir hiç. Başka türlüsünü bilmez çünkü. Ve bundan sebep belki de, anneler çocuklarını tüm sevgileriyle kuşatırlar. Bir eksiği kapatmak için değil, tek özgürlük alanları bu olduğu için.”
Kendi ailesini düşünüyordu adam bunları söylerken. Gördüğü, bildiği insanları. İçten içe kendine kızarak susmuştu. Nasıl açılmıştı ki bu konu, neden hemen şimdi?! Kendini toparladı ve oluşan havayı dağıtmak istercesine elini salladı,
“Biraz haksız bir genelleme belki de, ha?!”
Dumanları üstünde tüten iki çay daha geldi.
“Bilmem! Söylediklerini yorumlamam zaman alacak. Ama doğru bile olsa bir karşı koyuş olarak ben işte tüm sevdiklerimi yanımda taşıyabiliyorum. Taşımakla kalmıyor, onlar oluyorum işte…”
“Bundan en ufak şüphem yok, inan…”
Kadın son cümlesini söylerken gerinip kollarını iki yanına uzatmıştı. O ilk gülüşüyle bakıp yeni gelmiş olan çaydan bir yudum alırken adam da bir sigara yaktı. Sonrasında devam ettiler konuşmaya. Tartışmaya değil, konuşmaya…
Birer çay daha içtiler sonra. Gün batımının turuncu parlaklığı göğü yakmaya başlıyordu. “Artık kalkmalıyım,” dedi kadın, pencereden dışarısını kollayarak.
“Neden? Çay ihtiyacımızı yeterince giderdik, diyorsanız başka bir şeyler yapabiliriz. Üstelik daha isimlerimizi bile bilmiyoruz, değil mi?
“İsim?.. Başkalarınca, bir ömür boyu taşımamız için verilen bir sözcükten başka nedir ki isim?..” Adamın cevap vermesine izin vermeden devam etti, “Gitmek zorundayım artık; sadece bunu söyleyebilirim.”
“Peki bir daha ne zaman görüşebiliriz? Sizinle tekrar görüşmek, sizi daha yakından tanımak isterim.”
“Kim bilir? Bir gün kendi yalnızlığınızdan sıkılırsanız etrafınıza bakın; belki size doğru gelen ben olurum.”
“Bu mu? Bir adres, bir telefon? Sizinle tekrar görüşmeyi çok isterim.”
Kadın portmantodan trençkotunu alıp giydi, fularını boynuna doladı. Artık kararmış olan göğe bir göz atıp kendisi gibi ayağa kalkmış olan adamın gözlerine baktı. İlk geldiği andaki neşeli heyecanıyla sordu,
“Eski kuleyi bilir misiniz?”
“Meydanın aşağısındakini mi? Evet!”
“Olur da beni görmek isterseniz oraya gelin. Sizi mutlaka görürüm.” “Ama nas-…”
“Artık gerçekten gitmeliyim. Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim.”
Sesi kesinlik kokuyordu. Uzatmadı adam. Tokalaşarak ayrıldılar. Adam, kadının gidişini pencereden seyretti. Kadın, o gülen küçücük gözleriyle son bir defa dönüp bakmadı. Gözden kaybolunca hesabı istedi adam. Kaşkolunu boynuna sarıp kabanını giyindi sonra. Defterini koyduğu çantasını omzuna asıp çayhaneden akşamın karanlığına daldı.
Koyu bir örtü şehri kaplamaya devam ediyordu. Bir karga, sürüsünden kopmamak için hızla kanat çırpıyordu. Uzaktan vapurların düdükleri duyuluyordu. Ağaçların çıplaklığı rüzgârın sesine karışıyordu. Şehrin bir yerine yağmur yağıyordu. İnsanlar evlerine dönüyordu ve mevsim sonbahardı. Adam o kuleye hiç gitmedi…