Son günlerde internette en çok dolaşan fotoğraflardan birkaçı IŞİD militanlarının güldüğü fotoğraflar. Peki, dünyayı kötülüğe boğan bu insanlar nasıl böyle gülebiliyor? Öncelikle sorunun cevabını aramaya, bu tarz felaketleri gerçekleştiren insanların gerçekten de berbat insanlar olup olmadığını tartışarak başlamakta fayda var. Yalnızca güncel felaketlerden bahsetmiyorum. Örneğin; Nazi Almanyası‘nda toplama kamplarında o zulümlerde doğrudan ya da dolaylı görev almış tüm subaylar, askerler, doktorlar “çiğ süt emmiş” kişiler miydi?
“İnsan varoluşunun giderek medenileştiği yönündeki genel umut ve inanış, ikinci dünya savaşında 6 milyon Yahudi’nin öldürülmesiyle tümden yok olmuştur” Kötülüğün Kökenleri, Straub
Yarım asırdır bu acımasız gerçekliğin ve holokostun gölgesinde gelişen sosyal psikoloji, insanların kendi gruplarının üyesi olmayan insanlardan nasıl nefret ettikleri ve onları nasıl ötekileştirdikleri, diğer insanları nasıl kendilerinden daha az insan gördükleri, otoriteryenliğin tohumlarının nasıl atıldığı gibi sorulara yani genel olarak zorbalığı ve kötülüğü nasıl normalleştirmeye başladığımıza cevap aramaktadır.
Bu noktada literatür iki farklı ideoloji ve açıklama geliştirmiştir. İlk bakış açısı bu süreçleri ön yargı, ayrımcılık ve hatta soykırıma yatkınlık gibi kişisel özelliklere odaklanarak açıklamaya girişmiştir. Diğer bakış açısı ise grup süreçlerinin nasıl en kendi halinde kişiyi bile saldırgan birine dönüştürebildiği üzerine yoğunlaşmıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra psikoloji dünyasında ana tartışma alanlarından olan soykırımlar ve kötülüğün psikolojisi uzun yıllar kişisel özellikler üzerinden seyretti. Bazı kişilik özelliklerinin zulmetmeye, öldürmeye ve kötülük yapmaya daha fazla eğilimli olduğu yönündeki görüşler ağırlık kazandı. Bu görüşleri kökten reddetmemekle birlikte, yalnızca kişilik özellikleri üzerinden giden tartışmalar dünyamızda her dönem bir şekilde etkisini gösteren kolektif kötülüğün kişisel özelliklere indirgenerek anlaşılmasının oldukça zor olduğu inancını taşıyorum.
Çoğu zaman bu tarz olayların içerisinde yer alan o “kötü” insanların, bireysel kimliklerinin ve özelliklerinin çok da belirleyici olmadığı, tersine en fazla yaşanan psikolojik reaksiyonun bireylik yitimi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Birtakım bireysel özellikler bireylik yitiminin bazı kişilerde daha kolay gerçekleştiğini gösterse de sonu olmayan kötülüğün en önemli belirleyicilerinden biri “ulvi bir amaca hizmet etme duygusu” olabilir. “Amaca giden yolda her şey mübah” ve “barış için savaşmak” gibi mottolarla zihinleri hapseden radikal görüşler, bireylerin ne kadar kötü olduğundan bağımsız olarak verilen normatif “kutsal bir iş yapıyoruz” mesajıyla amaçlarına ulaşmaktadırlar.
Eğer kötülük ve savaşlar, kötü insanların tekelinde; iyilik ve barış da iyi insanların tekelinde olan olgular olsalardı, savaş ve barış dönemsel ve coğrafi farklılıklardan muaf sabit kavramlar olurlardı. Bir dönem barış içinde yaşayan Ortadoğu yangın yerine dönmez, bir dönem yangın yeri olan Avrupa İnsan Hakları ve barışın beşiğine dönüşmezdi. Haliyle politik dinamikler, bilim ve sanat üretimindeki nitelik ve nicelik, lider-izleyen etkileşimleri kötülüğün ortaya çıkışında “kötüden” çok daha etkili unsurlardır. Öyle ki güçlü ve efektif bir grup yapısı kötülüğe karşı bir silah, bir savunma olabilirken bazen de sosyal organizasyon içerisinde kötülüğün başlangıç noktası ve yayıcısı olabilmektedir.
Peki, grup yapısı, sistem ve psiko-politik dinamikler nasıl “normal” birini bir canavara dönüştürüyor? Anonim olmak ve bireylik yitimi bunun önemli belirleyicilerindendir. Bireysel kötülük ile kolektif kötülüğün dinamikleri çok farklılıklar gösterir. Bireysel kötülükleri gerçekleştiremeyecek normal bireyler grup kimliğiyle rahatlıkla ve hatta bazen büyük bir onurla kolektif kötülüğün bir dişlisi haline gelirler. Çünkü kolektif kötülük durumlarında sorumluluğun paylaştırılması ve hatta bazen yok olması söz konusudur. Birey, kötülük yapmamıştır, emirleri yerine getirmiş ve grup içerisindeki görevi neyse onu yapmıştır. Bireylik yitimi ve anonimlik sonucu oluşan ve kolektif kötülüğe sebep olan diğer bir reaksiyon ise grup halinde meydana gelen irrasyonel ve dürtüsel davranışlar. Bireyin modern toplum içerisinde öğrendiği ve kendi kişiliğine eklemlediği modern, insani davranışların yerini, bir kitle hareketi içerisinde kolektif kötülüğü hizmet edecek gruplar arası savaş içerisindeki dürtüsel primat davranışları alır. Pek çoğumuzun “psikopatlık” diye nitelendirdiği hareketler bu tarz bir süreç içerisinde gerçekleşir. Yine bu dürtüsel ve irrasoenl hareketlere paralel olarak karşı gruptan olanlara karşı verilen kinci ve hiddetli saldırganlık tepkisi kolektif kötülüğün önemli bir dinamiğidir. Bireylik yitimi ve anonimite sonucu yeni oluşan grup kimliğinin gerekliliği olarak karşı gruptan nefret etmeyi kişi, bireysel özelliklerinden ve geçmiş ‘’modern’’ zamanlarından bağımsız olarak kendi özelliği olarak kabul eder ve uygular.
Burada vermek istediğim mesaj bu insanların kötü insanlar olmadıkları değildir. Belki öyleler, belki değiller. Mühim olan yaptıkları kötülüklerin kişiliklerinden muaf bağlamsal sosyo-politik faktörlerle ilişkili olduğudur. Haliyle bireysel özelliklerden bağımsız olarak edimler, bağlamın düzenlenmesi ile kontrol edilebilir. Buradan da çok daha politik bir çıkarıma varabiliriz. Bireylerin sistemleri dönüştürdüğü kadar, sistemler de bireyleri dönüştürür. Haliyle savaş ve kötülükten kurtulmanın yolu, iyi ve kötüyü belirleyerek tekelinde tutmak ve sözde “erdemli” bireyler yetiştirmek değil, bireysel özellikler aralığının bir ucundan diğer ucuna herkes için dönüşümü mümkün kılan reaksiyonlar başlatabilecek sistemlerin inşasıyla mümkündür.