Son zamanlarda beni bu konu üzerine düşünmeye iten birkaç tartışma yaşadım ve yüksek lisans tezini ekoköy hareketi üzerine yapan biri olarak fikirlerimi paylaşmak istedim.
Projenin ilk aşamasına bakarsak, iki tür ekoköy olduğunu söyleyebiliriz; sıfırdan, boş bir arazide tesis edilen girişimler ve var olan bir yerleşkeyi ekoköye dönüştürmeye çalışan dönüştürme projeleri (transition project). Dönüştürme projeleri için yer seçiminden bahsedilemez zaten ancak boş bir arazide, sıfırdan oluşturulan ekoköyler için yer seçiminde dikkatinizi çekmek istediğim bazı noktalar var.
Sanırım ilk önce dünyanın önde gelen, adı duyulmuş başarılı ekoköylerine bir bakmak gerek. Dünyadaki ilk ekoköy girişiminin İzlanda’daki Solheimar Ekoköyü olduğu bilinmektedir. Lakin burası aslında bir dönüştürme projesidir. Ancak kaydettiği başarılı gelişmeler ile sıfırdan kurulan ekoköylerin çoğundan daha başarılıdır. İzlanda’nın ikliminin sert olduğunu tahmin edersiniz. Bir Ege Bölgesi’nde olduğu gibi çok sayıda bitki türü bulamazsınız. Soğukla ciddi şekilde mücadele vermeniz gerekir. Böyle zorlu bir coğrafyada gayet sürdürülebilir, düşük ekolojik ayak iziyle bir hayat sürmeyi başarmışlardır.
Senegal’deki Mbam & Faoune Ekoköyleri de bir dönüştürme projesidir. Kuraklık ve toprağın aşırı tuzlu olması gibi nedenlerden dolayı insanlar bu bölgeyi terk edecekken, bir grup kalıp mücadele vermeyi seçmiş ve mangrov ağaçları ile toprağın tuzunu temizleyip, iklimi daha optimum koşullara çekerek araziyi yaşanabilir hale getirmişlerdir.
En ünlü ve nüfusu en fazla ekoköylerden biri olan Hindistan’daki Auroville Ekoköyü, dikkat çeken hikâyesi ve farklı milletlerden insanların bir arada yaşadığı çok kültürlü bir yerleşim alanıdır. Sıfırdan başlatılmış bir projedir. Ancak muson mevsimlerinde zarar görmektedir; hatta bir seferinde ekoköyün %70’i yıkılmış ve tekrar inşa edilmiş.
EVI (Ecovillage at Ithaca) ise New York’un batısında, Kanada sınırının güneyinde, kentsel baskının hissedildiği bir bölgede sıfırdan kurulmuştur. Üç mahallesi ve iki tane devasa serası bulunan bu ekoköy de kente yakınlığı ile daha çok insanın dikkatini çekme niyetindedir. Ancak kentin kirliliği ve telaşı ekoköydeki ekolojik ayak izini etkilemektedir.
Türkiye’den bakabileceğimiz en güncel örneklerden birisi Kırıkkale’deki Güneşköy’dür. ODTÜ’lü bir grup öğretim üyesi tarafından hayata geçirilen proje, Kırıkkale’de merkeze uzak bir köyün yakınına kurulmuştur. Oldukça çorak tepelerle çevrili bir arazide kurdukları etkileyici sera sistemi ile birçok bitkinin tarımının yapılabileceğini ve daha sürdürülebilir bir hayata geçişin o kadar da zor olmadığını civar köylülere öğretme amacı güdülmüş. Merkeze uzaklığı nedeniyle çeşitli imkânlara ulaşamayan köylülere ilham olması da hedeflerin arasında.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim nokta “sadece yaşama elverişli mekânlarda ekoköy kurulabilir” gibi bir yaklaşımın son derece hatalı olmasıdır. Eskimolar da ekoköy mantığına yakın bir hayat sürerler, Afrika’daki kabileler de. Toprağın çok verimli olduğu, su kaynaklarının yakın ve temiz olduğu, rüzgâr ve güneş gibi alternatif enerji kaynaklarını kullanmanın sorun olmadığı, çok zengin flora ve faunası olan yerlerde herkes kolay bir hayat sürdürebilir.
İster bir dönüştürme projesi olsun isterse sıfırdan başlatılan bir girişim olsun, ekoköyler için “şuralar şuralar uygun, ancak buralar uygun değil” gibi bir yaklaşımda bulunmak etik olmayacaktır. Bahsi geçen başarılı ekoköylerin birçoğu sorunlu arazilerde hayata geçirilmiştir. Bu sorunlarla uygun şekilde yeşil teknolojiler geliştirerek mücadele edip varlığını sürdürebilen mekânlardır.
Böyle bir proje başlatılacaksa ilk gözetilen şey yaşaması kolay bir mekân değil, bilakis, zorlu bir coğrafyada civardaki insanların dikkatini çekerek onlara böyle yerlerde de verimli yaşamanın mümkün olabileceğini göstermek ve onları daha “yeşil” yaşamaya ikna etmek olmalıdır.