Karşımda umut dolu genç bir yönetmen var: Emre Erdoğdu. Kendisinin adını, daha programı yaptığım dönemlerde sevgili Ayris Alptekin’den duymuştum. Alptekin, yeni bir yönetmenle çalıştığını ve o yönetmenin filmini kendisinin kurguladığından söz etmişti. İşe o günden bu yana, aklımda Emre Erdoğdu ismi kaldı. Ve bu isim karşıma, 24. Uluslararası Adana Film Festivali’de çıktı. İlk uzun metrajlı filmi “Kar” ı merakla izledim Adana’da. O kadar naif, o kadar sıcak bir hikayesi var ki… Eminim siz de izlerken, o gençlerden bir tanesi olup çıkabilirsiniz. Film, Adana Film Festivali’nin ardından Ulusal Yarışma’da da yer aldı. Şimdi de Tunus’ta JCC 2017 Carthage Film Festival’e gidiyor, ilerleyen zamanlarda diğer festivaller ve vizyonda da göreceğiz.
Adana’da filmin gösterim gününün ertesi günü bir araya geldiğimiz Emre Erdoğdu ile, sinemaya ilk ne zaman âşık olduğunu, “Kar” filmin sürecinde neler yaşandığını ve yeni projesinde neler yapacağını konuştuk. Oyuncuları nasıl bir araya getirdiği, filmin yapım süreci, yeni projeler vs. derken yanımızda filmin yapımcısı sevgili Emine İzmir de destek oluyor. Şimdi hep birlikte Erdoğdu ile “Kar” filmine doğru bir yolculuk yapalım…
Filmin oyuncularından Doğaç Yıldız ve Halil Babür ile 6. Seans’ta söyleştik, buradan izleyebilirsiniz:
“Yaz aylarında günde 3 film, kışları haftada 3 film izlerdim”
İlk olarak yönetmenlik hikayenizi merak ediyorum. Yönetmen olmaya nasıl karar verdiniz, nasıl başladı bu süreç?
Ben 12 yaşımdayken yönetmen olmaya karar vermiştim. Aslında, bu işin özünde hikâye anlatmak var. Ben bu zamana kadar hep hikâye anlattım çevreme, bazen kendi kendime… O zamanlar odama kapanıp kendi kendime hikayeler anlatıyordum. Hatta ailem bile bende bir tuhaflık olduğunu hissedip, ne zaman geçeceğini bekliyorlardı. Ben bile bekliyordum açıkçası. Yavaş yavaş büyüdükçe geçmediğini fark ettik. İstanbul’da bir akrabamızın bir sürü DVD’si vardı. Onlarda kaldığımda her gün DVD’den film izlerdim. Ayrıca abim, beni her hafta sonu sinemaya götürürdü. Bundan sonra da, film izleme merakım rutine dönüştü. Yaz aylarında günde 3 film, kışları haftada 3 film izlerdim. Ve izledikçe de sinemacı olmaya heveslendim.
İlk uzun metrajlı filminiz “Kar” ı, 24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde Türkiye prömiyerinde izledik. “Kar” filmini yapma fikri nasıl oluştu?
Biz ilk olarak orta metraj bir film çektik. Teknik açıdan rahat bir şekilde ortaya çıkarıp, istediğimiz şeyleri yaptık. Orta metraj sürecinde yapımcım Emine, Ercan ve ben çok şey öğrendik. Uzun metraj film yapmaya karar verdiğimizde filmin maliyeti çok yüksek çıktı. Daha sonra Antalya Film Fonu’na başvurduk ve ödül kazanınca da filmin seviyesi arttı. Bu iş zaten olacaktı, ama Antalya’dan alınan destek filme ayrı bir heyecan kattı. Ve oradan sonra bu hayalin gerçek olması için çaba sarf ettik. Çünkü tebrik alıyorsun, televizyonda görünmüşsün… Filmin bütçesini denkleştirmeye çalıştık, teknik ekipmanlar seçim süreci derken filmi Antalya’da kampta gibi çekelim dedik. Çok zevkli oldu, hayatımın güzel anlarıdır.
“Kar” aslında bir liseli gençlik filmi olarak başlıyor, bir genç ekip var filmde. Ama bir abla – kardeş meselesine de odaklanan hali var. Sizce filmde hangisine yönelim daha çok?
İkisine de eşit yönelim var. “Kar” bir gençlik filmi, ama içerisinde bir sürü hikaye var. Bu gençlerin hepsini bir araya koyduğumuz zaman, hepsinin birer hikayesi var. Hazerhan’ın da, Bekir’in de, bütün karakterlerin ayrı bir filmi yapılabilir. Bizim bu bütün hikayelerde fokuslandığımız hikaye Müzeyyen’in hikayesi. Filmde, Müzeyyen’in sadece 4 günün görüyoruz. Onun dışındaki diğer hikayeler de, bir şekilde bu hikayeye dokunuyor. Bekir, Müzeyyen’e dokunduğu gibi bu hikayeye dokunuyor mesela. Ali’nin Hazerhan gibi bir karakter tarafından kabul edilip edilmemesi, hikayenin seyrini değiştiren şeyler. Hikayelerde illa ki değişim olmak zorunda, bunun bir çatışması nerde gibi şeyler çok girmeyi sevmiyorum. Bu hikaye anlatış tarzı da önemli. Jim Jarmusch: “Hayatın bir konusu yok, neden filmlerin olsun ki.” Der. Ben filmlerimde bir değişim olmalı diye hissetmiyorum kendimi. Ben sadece o genç insanların 4 gününü anlatmak istedim. Bir Y Kuşağı filmi de diyebiliriz.
Filmin adının “Kar” olması, baş karakter Müzeyyen’in kar görmemiş olmasına bir gönderme olarak algılanabilir mi?
Ben Bolu’da doğdum, büyüdüm. Kar izlemeyi çok severdim ve Bolu’da kış aylarında ciddi kar yağışları oluyor. İki kere üst üste deprem de yaşadım orada, çok zordu. Sonra Mersin’e gittik. İlk başta Bolu’da karın içinde yaşayan biri olarak, Mersin’de sıcak hava iklimine geçiş enteresan oldu. Bir gün Mersin’e dolu yağdı ve bütün çocuklar kar yağdı sanarak dışarı çıktılar ve çok mutlu oldular. Kimse dolunun kar olmadığına inanmak istemedi. Bir çocuğun kar görmemiş olmasının, onda ne kadar büyük bir anlam teşkil ettiği empatisini orada kurmuştum ve bu beni çok etkilemişti. Galiba o eksikliği oradan sağladım, yani iki kardeş arasındaki farkı kar ile açıklamak istedim. Hikayenin Antalya’da geçiyor olması, mevsimin kış sonu olması da bir ironi..
15 tatil döneminde geçiyor film aslında. Biz Şubat-Mart aylarında çekimlerimizi yapıyorduk. O aralar Bolu tarafında karın en yoğun olduğu zamanlar. Antalya’da yaz gibiydi o dönemler, kış mevsimi gidip yaz çektik gibi bir şey oldu. Mont giyiyordu oyuncular filmde, ama oradaki soğuk algısı çok farklı oluyor.
“İmkânım olsa elimdeki bütün ödülleri Hazar Ergüçlü’ye verebilirim.”
Film için oyuncu seçimi zor süreçlerdendir, ama keyiflidir bir yandan. Cast aşamasında nasıl kararlar verdiniz, özellikle hikâyenin merkezindeki “Müzeyyen” karakteri için?
Bizim için keyifli bir süreçlerden bir tanesidir, geçenlerde yeni projemiz için de ‘kimler olsun?’ u konuştuk, birkaç isim belirledik. “Kar” ekibinden de yine çalışmak istediğim arkadaşlar var.
Müzeyyen karakter için çok uğraştık. Çünkü benim kendi adıma çok âşık olduğum bir karakter yarattım. Daha sonra bir türlü üstüne oyuncu koyamadım. Sonra dedim ki, biri oynasın artık çünkü her şekilde istediğim gibi olmayacak. Çünkü daha fazla düşünmeye vakit ayırırsam, çok ciddi araştırmalara başlayabilirdim. Bir gün, cast direktörü Rabia Sultan Düzenli ile görüştük. Diğer oyuncular tamam, ama Müzeyyen konusunda kimseyi bulamadığım için çok kötüydüm. O da bana hemen yardımcı olma konusunda destek oldu. Rabia’ya senaryoyu ve karakteri anlattım. O da dedi ki: “Hazar Ergüçlü, başkası olmaz!” Kaygı taşısam da, bu fikre beni çok yükseltti Rabia. Daha sonra Hazar’la görüştük, provalar derken Müzeyyen oldu. Sete çıktığımızda, Hazar’ı monitörde gördüğüm ve oyuna ilk başladığı anı hiç unutamıyorum. Ortak bir Müzeyyen yarattık ve o âşık olduğum Müzeyyen figürünü verdiği için Hazar’a çok minnettarım. Diğer oyuncular için bu kadar önemli midir bilemem, ama benim için çok önemli. İmkânım olsa elimdeki bütün ödülleri Hazar’a verebilirim.
Halil Babür’ü de, Hazerhan karakterini yazarken hayal ettim, daha tanışmadan. Tanışınca o da kısa bir süre içerisinde tamam dedi. Çok iyi bir arkadaşım oldu. Halil, beklediğimde de fazla Hazerhan oldu bence ve çok mutluyum.
Bekir karakteri için çok fazla oyuncu ile audition yaptık. Hatta başkasını düşünüyordum. Fakat, auditionun son gününde sadece Doğaç Yıldız kalmıştı. Ben çoktan seçmiştim aklımda ama, ayıp olmasın diye onu da görmek istedim. Doğaç benim istediğim Bekir’i yapmadı, bambaşka bir Bekir yarattı ve rolü kaptı. Ve bu benim çok hoşuma gitti.
Oyuncu seçimleri bence de şahane olmuş, hepsi de muhteşem oynamışlar. Nasıl bir dil geliştirdiniz oyuncularla?
Oyuncularım, genç oldukları için belki kabul edilmesi zor olabilir ama çok ustaydılar. Ben sete girmeden önce, oyunculuk hakkında çok fazla şey bildiğimi düşünüyordum. Sete girdikten sonra fark ettim ki, bildiklerim denizde bir damla gibiymiş. Oyuncularım bana öğretti aslında. Hepsiyle ortak bir paylaşımla yarattık karakterleri. Çünkü, sinema adına çok fazla şey düşündüğümü ama oyuncular kadar oyunculuk adına bir şeyler düşünmediğimi itiraf edebilirim. Bazı yönetmenler, oyuncularına ve ekibine kendini hayran bırakır. Ben öyle bir yönetmen olmak istemiyorum, ben oyuncularına ve ekibine hayran bir yönetmen olmak istiyorum. O anın zevkini öyle yaşamak istiyorum, hepsi de beni kendilerine hayran bıraktılar.
“Kameranın bir karakter olup oyuncuyla bir temas içine girmesi, bizim çok hoşumuza gidiyor.”
Filme genel olarak baktığımızda, kamerada aktüel çalışmayı çok yapmış olduğunuzu görüyoruz? Bir yönetmen tercihi miydi?
Ben daha önce bir kısa film denemesi yapıyordum. Tren istasyonunda çekecektik ama tripoda izin verilmedi. Ben o günden sonra tripodu bıraktım ve omuzla çekime başladım ve öyle de devam etti. Tabi ki sahip çekimler de yapmak istiyorum. Ama görüntü yönetmenim Ercan ile aktüeli çok seviyoruz. Kameranın bir karakter olup oyuncuyla bir temas içine girmesi, bizim çok hoşumuza gidiyor. Ercan’la sevdiğimiz filmler ve sevdiğimiz yönetmenler de o tarzda çalışan yönetmenler. O hikâyenin içinde bizde geziniyoruz aslında aktüelle ve bunu seviyoruz. Biz dışında kalmayalım, içinde dolanalım hikayenin ve zevkini yaşayalım diyoruz. Tabi ki eminim, sabit çekimi de yapacağız.
Çekim süreciniz nasıl geçti, ne kadar sürdü? Enteresan durumlar oldu mu?
21 günde çekimleri tamamladık, bunun 17 günü iş günüydü. Genelde 8-10 saatin üstünde çalışmadık. Bazı günler 2-3 saat çalıştığımız oldu. Bir gün mesela canımız sıkkındı, kısa sürdü ve repo yaptık. Sete girmeden birkaç gün önce Hazar ve Halil gelmişti. Ben çok garip hissetim; bir hikaye uydurmuşum, 50 tane insan da şimdi o hikayenin peşinden geziyor ve hayatımda harcamadığım kadar para harcadım. Set sırasında krizlerimiz oldu tabi ama birçoğunu yapımcım Emine ile halletmeye çalıştık, hatta Emine’nin bizden habersiz çözdüğü durumlar da oldu. Ama çekimlerde de, çekim bitiminde de inanılmaz eğlendik. Sette gerçekten çok fazla paylaşımımız oldu. Askerlik arkadaşı farklıdır derler ya, gerçekten de öyle bir duyguydu. Çünkü bir üretim halindesiniz; ki Freud’un dediği gibi üretim, cinsel hazzın yerini alıyor ve orada çok büyük bir duysal patlama yaşanıyor. Herkes de birbirini deli gibi seviyor. Çok fazla anı biriktirdik.
Kurgu sürecinde, aynı zamanda oyuncu da olan Ayris Alptekin ile çalıştınız. Kendisi de kurguda deneyimli. Nasıl bir süreç ilerlettiniz?
Baş karakterim kadın olduğu için, kadın bir kurgucu ile çalışmayı çok istiyordum. Benim hayran olduğum yönetmenlerin birçoğunun kurgucusu da kadındır. Ve bu yönetmenler genelde 35mm çalışıyor. Zamanında 35mm kurgusu zor olduğu için, o işi genelde kadınlar yapıyor. Dijitale geçiş başlayınca da erkekler bu işte daha çok oluyor. Ben kadın bir kurgucu ararken, oyuncularımızdan Nazlı Bulum ile konuşuyorduk. O bana yakın bir kız arkadaşının çok genç bir kurgucu olduğunu ve başarılı olduğundan bahsetti. Sinemacı olunca tuhaf kibirleriniz oluyor. İlk başta oyuncum bana neden kurgucu öneriyor ki dedim, yalan değil. Sete çıkmadan önce, bir boşluğumuz oldu ve Ayris ile bir araya geldik. Ben daha iki gün önce “Mavi Dalga” filmini izlemişim ve bir anda filmin başrol oyuncusu karşıma kurgucu olarak çıkıyor, bir tuhaf oldum tabi. Nazlı, gizliden Ayris’e okutturmuş senaryoyu zaten.
Biz Ayris’le oturduğumuzda ona hayran kaldım ve ne tarz filmlerden hoşlandığını anladım. Ayrıca kurgu işi el işçiliğiyle değil, kafa ile yapılıyor bence. Bunu da Ayris’te görünce, o anda birlikte çalışabileceğimize karar verdim. Benim de isteğimle, filmi sette kurgulamaya başladı zaten. Biz çekim sonrası bir araya geldiğimizde, Ayris bu çekimlerin kurgu masasında ne anlama geldiğiniz sürekli bana hatırlatıyordu. Mesela, bana “Farkında mısın, Bekir in çekimlerinde yakın plan yok.” Ya da “bana bu sahne geçmedi, sen de bir bak istersen” gibi hatırlatmalar yapıyordu. Biz zaten sette kaba kurgusunu tamamlayıp, tamamen kurguya geçtiğimizde çok daha rahat çalıştık. Filmin ilk hali 120 dakika çıktı ama Ayris düşürme taraftarıydı, bir zaman düşündükten sonra yeniden üstüne çalıştık ve son halini çıkarttık. Umarım, Ayris’le hep çalışırız.
“Bu kadar değerli isimlerle aynı yarışmada olmak benim için bir ödül.”
Filmin artık festival süreci de başladı, nasıl geçiyor?
Tabii ki çok mutluyuz. Bir yandan İstanbul’da çok sık bir araya gelemeyip festivallerde full ekip bir araya gelmek de çok anlamlı. Zamanında filmlerini çok izlediğim, bende bir şeyler uyandırmış ve imrendiğim Onur Ünlü, Pelin Esmer, Semih Kaplanoğlu, Ümit Ünal, Orhan Eskiköy gibi yönetmenlerle Adana Film Festivali’nde aynı yarışmadaydım. Özellikle Ümit Ünal benim için çok özeldir. Teyzem ile Hayallerim, Aşkım ve Sen filmlerinin senaryolarına bayılırım. Bu kadar değerli isimlerle aynı yarışmada olmak benim için bir ödül. Bende Yılmaz Güney ve Quentin Tarantino hayranlığı vardı. Sonra Jim Jarmusch’a ilgi başladı. Ama ne olursa olsun Yılmaz Güney’e çocukken hayrandık. Çocukluk hayranlığınız kalıyorsa, o hayatınızın bir köşesinde hep vardır.
24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde ilk söyleşinizi yaptınız, izleyici ile nasıl bir duygudaşlık kurdunuz sizce?
Filmin ilk söyleşisi, bizim açımızdan muhteşemdi. Biz birçok insan filmden sıkılıp çıkar diye düşüyorduk hep. Tepkilere çok sevindim. Bu hikâyenin naif bir hikaye olduğuna inanıyorum. Naifliği, uyuşturucu ve küfür ile ölçmemek gerek. Bu çocukların hikayeleri ve hissettikleri naif bence. Evet fazla küfür ediyorlar, ama onlarınki de aşk, onlarınki sevgi… Bunun anlaşılması benim için önemli. Ben mesela, anneme izletmeyi bekletiyorum. Perdede izletmek istiyorum. Bazı izletmelerimiz ve söyleşiden o naifliğin iyi bir şekilde anlaşıldığını hissettim.
“Kar”ın ardından yeni proje içinde hazırlıklara başladığınızdan bahsettiniz. O projeler için nasıl bir hazırlığınız var?
Bir kısa film fikirim var, onu önümüzdeki İlkbaharda çekmek istiyorum. Ondan sonra Uzun metrajlı filmi de Ekim 2018 – Nisan 2019 zamanı çekmeyi düşünüyorum, tabi şartlara bağlı. 16 mm çekmeyi istiyordum, ama Ercan o fikirden beni vazgeçirdi. Ama biz gerçekten film çekmek istiyoruz. Daha sonra Ercan, ben senin istediğin duyguyu dijitalde ve colorda yakalayacağım dedi. Birkaç aydır da bunun üzerine çalışıyoruz. Elimde çok fazla hikâye var ve onların bir sırası var. Fikirler de sürekli değişiyor. Üstüne çalıştığımız film de ilginç bir hikâye ve benzer oyuncuları düşünüyoruz.
“Kar”la duygusal bağınız hiç kopmayacak gibi, birbirinizi çok sevdiğiniz aşırı belli…
Filmi çektikten sonra bir şey fark ettim. Bu sevilme duygusunun bende de hasıl olduğunu fark ettim. Aslında bu işe de böyle başlıyoruz bir bakıma. Bu sevilme halinin, oto sansüre ve insanlar ne der haline dönüştüğünü fark ettim. Yazarken hiç zorlanmam, ama bunu ilk defa hissettim. Sonra daha önce çalıştığım filmi bir köşeye bırakıp, bunun üzerine bir şeyler yazmaya başladım. Kod adı da “Beni Sevenler Listesi”. Halil’in oynamasını çok istiyorum. Yine “Kar” ekibinden de isimlerin olmasını istiyorum, zaten onlar da istiyor. Hepsi kamera arkasında da yetenekliymiş onu fark ettim. Halil zaten oyun yazarı, bence modern bir ‘derviş’. Nazlı ve Hazar da yapım konusunda büyük destekler, ki Nazlı bu konuda çok yetenekli. Biz büyük şeyler yapacağız demiyoruz, büyük şeyler yaptığına inandığımız kimse de böyle bir şey demedi. Biz birlikte hikayeler anlatmaya devam edeceğiz.