Edebiyat tarihi de diğer tüm tarih türleri gibi erkek egemen bir tarih olarak yazılır ve okunur. Ama edebiyat tarihinin derinliklerine inildiği zaman, öyle kadınlar gözümüze çarpar ki bu tarihin yeni baştan ve daha kadın vurgulu yazılması için bize olanak verirler. Kadın şairler, Antik Çağ’dan bu yana, her zaman varlıklarını sürdürmüşler, fakat çoğu zaman kadın sesinden ürken kulaklarca tarih sahnesinin ötesine itilmeye çalışılmışlardır.
Bunun ilk ve en çarpıcı örneği olan Sappho (MÖ 630- MÖ 570) tarihin bilinen ilk kadın şairidir. Şiirleri, genellikle erotik temalar içerir ve bu açıdan da erotik şiirin de öncülerinden kabul edilir. Lesbos (bugünkü Midilli) adasında doğan ve orada yaşayan Sappho, günümüzde de kullanılagelen “lezbiyen” kavramının kökeninde hak sahibidir. Eşcinsel olduğu bilinmekte olan şair, kadın devriminin günümüzdeki en büyük sembollerinden birisidir.
“Ah Gongyla, benim biricik gülüm,
sıyır sütbeyaz giysini üzerinden.
Nasıl istiyorum şimdi gelmeni, benim
isteğimi beslesin diye güzelliğin.
Ne zaman görsem seni
bu giysinin içinde, öyle güçsüz ve öyle
mutlu oluyorum ki,
çok kızsam da Kyprian’a, işte yalvarıyorum
öç almasın diye benden, belki hemen
salıverir seni, Gongyla
ve gelirsin yeniden bana,
bil ki sensin en çok arzuladığım
dünya bir yana, sen bir yana.”
Sappho’dan sonra kadın şiiri elbette varlığını sürdürmüştür. Ama Ortaçağ dünyasında, bu şairlerin varlıklarını hissettirmesi ve günümüze ulaşmaları mümkün olmamıştır. Modern çağın başlamasıyla birlikte, dünya edebiyatında, kadın şairler yeniden kendilerine yer açmayı başarmışlardır. 20. yüzyıl, kadın şiirinin altın çağıdır. İran Edebiyatı’nın en ünlü isimlerinden Füruğ Ferruhzad (1935-1967) bu dönemde yaşamıştır. İran lirik şiirinin en güzel örneklerinin Furuğ şiirlerinde görüldüğünü söylemek iddialı olmakla birlikte birçok kimsenin itiraz edemeyeceği bir söylemdir. Genç yaşta hayatının kaybeden güzel şairin şiirleri, günümüzde dahi sıcaklığını ve duygusunu korumaktadır.
“belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir daha ki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.”
Öte yandan kadın şiiri denildiğinde, belki de en çok akla gelen ve dillendirilen isim Sylvia Plath’tir. (1932-1963) Füruğ Ferruhzad’ın çağdaşı olan Sylvia, şiirleriyle olduğu kadar yaşamı ve yaşama veda edişiyle de ünlüdür. Henüz 32 yaşındayken, kafasını fırına sokarak intihâr etmesi, günümüzde dahi oldukça spekülatiftir. Ama bu intihârı böyle değerli ve spekülatif kılan şey, şüphesiz Sylvia’nın şair yanıdır. Onun şiirleri, içinde garip bir hüzün barındırır hep. Lirik bir şair olmanın da ötesinde, liriğin doruklarını öğretir o bize. Şiirin dilini, en estetize şekilde nasıl yalınlaştırabiliriz sorusunun bir cevabı gibidir onun şiirleri. Bir kadın, bir anne ve bir şair olarak üç ayrı yönüyle inceleyebileceğimiz Sylvia, şüphe yoktur ki dünya edebiyat tarihinin en önemli isimlerindendir.
“Bir kalıp sabun
Bir nişan yüzüğü
Altın bir diş.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Savulun
Savulun.
Küllerin arasından
Doğrulurum kızıl saçlarımla
Ve çıtır çıtır adam yerim.”
Dünya kadın şiirinin yanında, Türkiye’de de kadın şiiri, son yüzyılda oldukça gelişmiştir. Türkiye coğrafyası, birçok önemli kadın şaire ev sahipliği yapmıştır. Örneğin Nilgün Marmara (1958-1987). Sylvia Plath’in şairliğinden ve hayatından fazlaca etkilenmiş bir şair olan Nilgün Marmara, Sylvia üzerine birçok inceleme yapmıştır. Şiirleri ve hayatı ondan izler taşır. Öyle ki 29 yaşında iken Sylvia gibi intihâr ederek hayatına son vermiştir. Türkiye edebiyat tarihinin en kırılgan şairlerinden birisi olan Nilgün, Düşü Ne Biliyorum isimli şiirinde şöyle yazar:
Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
düşler marketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!
Ve son olarak Didem Madak (1970-2011). Yakın tarihte kaybettiğimiz yazar, Türkiye’nin en önemli kadın kalemlerinden birisidir. Feminizmin Türkiye şiirine en önemli ve en çarpıcı akisleri Didem Madak şiirlerinde görülür. Grapon Kağıtları eseri, şiir hafızamızın en nadide yerlerine kazınmış hâldedir. Onun naifliği ve inceliği, yüzyıllar boyu Türkiye edebiyat tarihini meşgul edeceğe benzemektedir. Çiçekli şiirler yazmak isteyen Didem Madak, bize çiçek bahçelerinin kapısını şöyle aralamaktadır:
“Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.”
Bütün bunların yanında, dünya edebiyat tarihindeki kadın şairler, elbette bunlarla sınırlı değildir. Antik Çağ’dan günümüze, bilinen ya da bilinmeyen birçok kadın şair, yeryüzününün absürtlüğüne katlanmış, yeryüzünü şiirleriyle anlamlandırmaya ve güzelleştirmeye çalışmış ve yaşamdaki misyonunu tamamlayarak yaşama veda etmiştir.
Burada isimlerini anmadığımız birçok kadın şairin de isimlerinin anılmaya değer olduğunu belirtmekte fayda vardır ki yazıda söz konusu edilen kadın şairlerin, diğerlerine bir değer ölçütüyle bahsedilme konusunda üstün gelmediğini özellikle vurgulamak gerekir. Kadın şiirinin günümüzde geldiği nokta, geçmiş yüzyıllara nazaran oldukça iyidir ama elbette hâlâ kâfi değildir. Erkek egemen edebiyatın, erkek egemen şiirin etkileri, günümüzde de devam ediyor olacak ki bir kadın şairin, kendisine bu erkek egemen alanda yer edinebilmesi için sadece iyi yazması da yeterli olmayacaktır. Ama her şeyin yanında, anımsamak gerekir ki; şiir kadındır ve kadın kalacaktır…