“Örovizyon politika ile insan türünün acayipliklerinin bir araya geldiği, tam da bu yüzden kültür analizinin konusu olmayı hak eden bir tuhaf yarışma … Evropa mutluköyünün içindeki çirkinlikleri ayyuka çıkarması, LGBTİ bireylerden translara, kadınlardan kuirlere, yerel müziklerden ana dillere, beyaz Batı’nın yüzyıllarca hor gördüğü ya da yok saydığı farklılıkları görünür kılması itibariyle değerli.“
Poptan daha “elit” müzikler icra etmenin “erdemi” ile yetiştirilmenin, ha bir de rockçı-metalci olmanın “racon”undandır Örovizyon’u küçümsemek ve hatta yok saymak. Türkiye katılmayı bıraktığından bu yana, daha çok da konuya dair haberlere maruz kalmamaktan ötürü, Örovizyon iyiden iyiye sıfırla çarpılıp yoklar evrenindeki yerini almıştı benim dünyamda. Ta ki Litvanyalı biriyle kanka olana kadar. Şimdiye kadar Örovizyonu hiç kazanmamış bir ülke olarak elbette bunu bir gurur meselesi yapmışlardı. Bu sene çok umutluydular çünkü şu sıralar Evropa’yı kasıp kavuran tekno müziğe yakınsayan bir dans müziğiyle katılıyorlardı ve şarkı “yalnız dansetme” üzerine sözleri, Sia kliplerini andıran sıra dışı ve aşırı eğlenceli dans hareketleriyle Korona zamanlarında evlerinde “ay dışardan nasıl görünüyorum” kaygısı taşımadan saçmalama hakkını kullanan bizlere hitap ediyordu. Ben ise elbette içimden söküp atamadığım eski bir Türkiye geleneğini yerine getirerek “kaybeden takımın tarafını tutuyordum”.
Litvanya: 21. yüzyıl çocukları! Rusya: Feminist! İtalya: İsyankar!
Litvanya’nın sahneye çıkmasını beklerken internetteki beklentilerin İtalya’nın kazanacağını gösterdiğini fark ediyoruz. Örovizyonun müzikalitesine karşı önyargıdan, yarı kulak şarkıları dinlerken önce Rusya’nın şarkısı dikkatimi çekiyor. Sahnedeki sunumdan ve solistin ateşli performansından ortada güzel bir şeyler döndüğüne dair sezgilerim gıdıklanıyor. Şarkıyı araştırmaya girişiyorum ve Rus kadınlarına saygı niteliğinde epeyce feminist sözleri olduğunu fark edip “üzgünüm, bu şarkıya da oy vermek zorundayım” diyorum. İsveç’i temsilen katılan genç şarkıcının cinsiyeti üzerine tartışmaya başlıyoruz ve etik olarak yaptığımızdan utansam da sonra kendi kendime “ya ne kadar güzel kuir bireyleri sahnede görmek” diye keyifleniyorum. Derken İtalya sahne alıyor. Solistin yarı çıplaklığından topuklu ayakkabılarına, farklı türde bir kuirlik kaplıyor sahneyi. Marilyn Manson özentisi olmaması için dualar ederken şarkı kolay akılda kalan melodisi ile kulağımı yakalıyor. Davullar coşup elektrik gitar ve bas tekrar etmeyen rifleri çaldıkça, şarkının formu ve gitar tonları 80’ler hard rocktan nu-metale ve şu an adını koymakta zorlandığım rock alttürlerine geçiyor. Yani yapısal ve ses (sound) olarak birçok çeşidi içinde barındıran bestenin sıradan bir Örovizyon şarkısınından kalite olarak kat be kat üstte olduğunu algılayıp iyice seviniyorum. Bas gitarist kadının tekmeli performansını da atlamamak lazım.
İnsan dediğin büyüyen bir şey. Değişik bakış açılarından haberdar oldukça dünyayı yorumlama biçimleri evrilebilen bir tür. Yukarıda tırnak içinde kullandığım elitizmin kalıntılarını üzerimden atıp sahne performansını kısıtlı kültür analizi bilgimle yorumlamaya başlayınca, aynen Rusya’nın şarkısında tahmin ettiğim gibi bu şarkının sözlerinin de Maneskin adlı İtalyan grubun sahne performansındaki duruşu ile örtüştüğünü, tutucu Avrupa kültürüne karşı rock müziğin -kimi zaman unutulan- isyankar ruhunu taşıdığını keşfediyorum. Şarkının birkaç dizesini kabaca tercüme edecek olursak Maneskin’in derdini özetlediğini görüyoruz: “Buradaki insanlar uyuşturucu satıcıları gibi tuhaf, çok fazla gece dışarıda kaldım, şimdi kapıları tekmeleyeceğim / Özür dilerim anne, her zaman dışarıda kaldığım için / Deliyim ama onlardan farklı / Aklımızı kaçırdık ama onlardan farklıyız/ İnsanlar konuşur, ne hakkında konuştuklarını bilmeden / Beni bu salındığım yerden çek çıkar, nefes alamıyorum”. Evropa tutucularının şeytanlaştırdığı kimliklerin ve seçimlerin –çıplaklık, BDSM, kuirlik- sureti gibi boy gösteren grup, sözlerinde de öteki olmaktan bahsediyordu. Maskülenliğin norm sanıldığı bir müzik türü olan rock-metal ile duruşlarını ortaya koymaları da ayrıca mânidar.
Voila! Fransız kibirine halkın tepkisi!
Yarışmada dikkat çeken bir başka konuya gelecek olursak: Fransa müziğini kendine has ve Avrupa’daki başka hiçbir müziğe benzemeyen melodilerinden ötürü oldum olası sevmişimdir. Nitekim Fransa şanson (chanson) türünün gücünü arkasına alarak yarışmaya katılıyor ve genç bir şarkıcıdan şansonun dirilişini izleyerek keyifleniyoruz. Popülerliği tarih sahnesinde kanıtlanmış bir müzik türüyle yarışmaya katılmanın kibiri ve kolaycılığına burun kıvırmadan da durmuyorum elbette. “Yani yeni ne kattın sen şimdi? Söylediklerini de anlamıyor çoğumuz zaten.” Yarı-keyfimiz oylamaya kadar sürüyor. Zira dil konusundaki milliyetçilikleriyle ünlü Fransa, İsviçre’nin Fransızca şarkısı ile liderlik için kapışırken oylama arasında Fransız şarkıcı ile yapılan röportajda “İki Fransızca şarkının zirvede olması beni ayrıca mutlu etti” diyor. Hemen ardından jüri oylarını açıklama sırası Fransa’ya geliyor ve sunumun neredeyse tamamı Fransızca yapılıyor. Örovizyon asla sadece bir müzik yarışması değildi. Tez yazmanın ortasındaki edebiyat-kültür öğrencisi için anti-kolonyalist kültür analizi yapma çanları çalınıyor ve ben elbette şikayet ediyorum. “Ağız tadıyla iki kafamızı dağıtacaktık, Fransa’nın post-imparatorluk sendromuna maruz kaldık!” İngilizce’nin de emperyal bir dil olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, Avrupa toplumlarına haykırasım geldi: Bıktık sizin birbirinizle yarışırken dünyanın içine etmenizden. Toplayın milli gururunuzu da bi gidin başımızdan! Umarım kaybedersin Fransa! Zaten bütün savaşlarınızı kaybettiniz! Hıh! Beter ol![1]
Nitekim puanların %50’sini oluşturan halk oylamasına sıra geldiğinde tutucu Avrupa toplumunun sinir uçlarına her açıdan dokunan Maneskin’in şarkısı zirveye oturuyor. Tarih tekerrürden ibarettir! Bazen. Lordi’nin yarışmayı kazanması nasıl ki Örovizyon’un yüzüne bakmayan rock-metal dinleyicisinin pop kültürü kutsayan baskın kültüre sms’lerle bir tokat atması idiyse, Empire strikes back!
Bir Grotesk Evropa Masalı: Pudra Şekeri ve Mahalle Baskısı
Bunu duyan mahalleli durur mu! Diğer yarışmacı ülkeler hemen bir görüntüyü manipüle edip Maneskin solistinin canlı yayın sırasında kokain çektiğini iddia etmeye başladılar ve İtalya’nın diskalifiye edilmesi gündeme geldi. Kullanılan görüntü, filmlerde kokain sahnesi görmüş beş yaşında çocuğun bile algılayabileceği kadar açıkça gösteriyor ki solistin o kadar kısa sürede, ellerini kullanmadan, burnunu masaya yapıştırarak değil kokain, pudra şekeri bile çekemeyeceğini açıkça gösteriyor. Hayır yani pudra şekeri bile burunda, dudak üstünde beyaz bir iz bırakırdı. Yok öyle bir şey. İşin ilginç yanı, yarışmayı birlikte izlediğim, ne metal ne de kuir ortamlarına alışkın olmayan iki arkadaşım da kokain iddiasına, hiç araştırmadan inandı. Ben Avrupalı mahalle ahalisini uzakta bir yerdeki Neonazilerden ibaret sanırken, sırf görünüşünden ve icra ettiği müzik türünden ötürü uyuşturucu kullanımını insanlara yakıştıran, yaftayı yapıştıranlar en etliye sütlüye karışmayanlarmış ya! Arkadaşlarımı bir yazıda harcayacak değilim elbette. Kıssadan hisse, Örovizyon politika ile insan türünün acayipliklerinin bir araya geldiği, tam da bu yüzden kültür analizinin konusu olmayı hak eden bir tuhaf yarışma. Son bilmem kaç yıldır norm kabul edilenlerin dışında müzisyenlerin duyulmasını sağlaması, Evropa mutluköyünün içindeki çirkinlikleri ayyuka çıkarması, LGBTİ bireylerden translara, kadınlardan kuirlere, yerel müziklerden ana dillere, beyaz Batı’nın yüzyıllarca hor gördüğü ya da yok saydığı farklılıkları görünür kılması itibariyle değerli. Farklılıklardan korkmamalı. Korkuyorsanız da üstüne gitmeli. Önyargılarınızı aşılması gereken engeller olarak gördüğünüzde ve onların ötesine geçtiğinizde, sizi ne kadar da renkli, güzelliklerle dolu dünyaların beklediğine şahit olacaksınız. Yeter ki pamuklara sarmalandığınızı sandığınız diken kutularınızdan çıkın. Dışarıda “hayat var”!
[1] Fransız kolonyolizmi hakkında farklı bir bakış açısı için Trevor Noah’nın gösterisini izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=COD9hcTpGWQ