Son birkaç gündür Özgecan Aslan’ın kelimelerle ifade edilemeyecek şekilde katledilişini konuşuyoruz. Sanki ilkmiş gibi şaşıranlar, tekmiş gibi anlamayanlar ve her cinayet sonrası olduğu gibi, daha ne kadar ölebiliriz, diye düşünen biz kadınlar; sağdayız, soldayız. Müthiş şeyler yazılıyor, korkunç anılar anlatılıyor, belki bazı hassasiyetler oluşuyor. Umarsızca saçılan şiddet, un ufak ediyor duygularımızı. “Neyiz, nerdeyiz, nasıl bu kadar vicdansızlık pençesindeyiz’’ afallaması içerisinde acil olan şey belli, artık anlamak zorundayız birbirimizi.
Yeryüzüne özgürlük naraları ile başım dönmüş ben, her gün başka bir şiddet mevzusu ile gerçeğin tokadını yemekteyim. Empati yoksunu, kokuşmuş insanlığımız ne kendi türünü rahat bırakıyor, ne hayvanı, ne de doğayı. Başrolünde en tabii erkeğin bulunduğu bu hikaye aynen şöyle gelişiyor; erkek ellerine kollarına kentsel dönüşüm bulaştırmış, çıkıyor her sabah evinden. Su, hayat dinlemeden; ağaç, toprak görmeden döküyor betonu döküyor betonu. Hızını alamamış olsa gerek; durmaksızın kaptığı tüfeğiyle iniyor ormana (yarın oraya da gökdelen dikecek) yeri göğü titrete titrete sıkıyor kuşa, kurda. Oh yarasın erkeğime! Yorulur mu, yorulmaz. Koşa koşa gider evine bekletmez karısını, kızını. En adaletlisinden bölüştürür dayağı evdekilere. “Hak geçmesin” tek derdi o. Her sabah yeminle çıkıyor yatağından erkek, “gezegene zehir edeceğim yaşamı, huzur bırakmayacağım, kükreyeceğim yıkacağım, dökeceğim” diye.
Tüm bu kasırganın altında yerküre bile eziliyor, utanıyor, büzülüyor erkek yerine. Kedi, köpek, kuş, maymun, fil, keçi kaçacak delik arıyor bu uçsuz gazaptan. Kadın ne yapsın? Saklanıyor öldürülüyor, saklanmıyor öldürülüyor. İstatistiksel verilerin korkunçluğu kadının çarelerini kemiriyor. Kadınlar köyde, evde, işte, okulda, otobüste, metroda, gece dışarıda, gündüz dışarıda, polis güvencesinde, sokağında, her yerde şiddete maruz kalıyor. Ekonomik özgürlüğü olan da, baba evinden koca evine düşmüş olan da dayak yiyor. “Kadınım, ölmek istemiyorum” sloganlarıyla yürüyen öğrenci kadınların kampüste maruz kaldıkları erkek tartaklaması dünümüz, Ankara’daki Özgecan Arslan eylemine polis müdahalesi bugünümüz. Bardak çoktan taşmıştı, şimdi ise her yanımız gözyaşı.
Saldırgan eril tahakkümün gerçekliği, samimiyetini sorgulatırcasına herkesin odağına yerleşmeye başlamış sanırken tam biz, hayal kırıklıklarımız küçülmeden büyümekte. Kendini bilmezlerce atılan şuur yoksunu twitleri gündem yaparken, Cumhurbaşkanı’nın, “Ben kalkıyorum, kadının Allah’ın erkeklere bir emaneti olduğunu söylüyorum. Bu feministler falan var ya. ‘Ne demek diyor kadın emanetmiş, bu hakarettir’ diyor. Ya senin bizim dinimizle, medeniyetimizle ilgin yok ki. Biz sevgililer sevgilisinin hitabına bakıyoruz. ‘Allah’ın bir emanetidir. O emanete sahip çıkın’ diyor. Ve onu incitmeyin. Adalet bakanıyla görüşmem olacak. Sonuna kadar bu vahşilere almaları gereken en ağır cezayı almaları konusunda elimizden geleni yapacağız” ifadelerine “ya hiç mi konuyu anlamadın sen” diye mırıldanıyoruz.
Burada şunu açıkça kavramalı ki herkes, kadın; tanrının erkeğe emanetine, bir başkasının bacısına indirgenebilecek bir varlık değil. Yan komşusunun, ağabeyinin korumasına ihtiyacı yok. Kadın; ”Adalet bakanı ile görüşmem olacak”larla, yahut “dostlar alışverişte görsün” torpilleriyle değil, insan olmaktan gelen haklarının ona verimi ile kurtulacak.
Hayatın geneline sinmiş ataerkillikten sıyrılmamız şart. Sistemler, döngüler şiddeti bileklerimize kadar buluyor, yanıyoruz. Ve hiç bir ateş DNA’sını silemez bu “erkekliğin“. Açıkça görüyoruz. Son çaremiz uzlaşmak.
Kadın olmanın ne anlama geldiğini #sendeanlat tag’ı ile anlatıyor kadınlar herkese. Hissettikleri güvensizliği, ”bir güvercin tedirginliğiyle” yaşamaya mahkum edilmenin huzurdan yoksunluğunu… Böyle olayların varlığından habersizlerimiz(!) dehşetlere düştü. Erkekler geç bir zamanda ve güç bir şekilde, nihayet aynaya baktı. İşte bunlar; iletişim yolunda bir adımsa eğer, birbirimizi anlama ve yüzleşme zamanlarımız başlıyor demek.
Kadın, üzerine biçilen rollerle savrulup olması gerektiğinden fazla bir kadın ile tanıştı, tanışmakta. Her kadın cinayetinde, her tokatta, her cinsiyetçi söylemde bir dönüm noktası yaşamalı erkek. Ve nihayet sıranın onda olduğunun bilincine varmalı. Kendini tanıyıp, konumunu bolca sorgulamalı. Çünkü erkek; ‘’İçinde bulunduğum ‘tahakkümcü ruh’ ve ‘güç açlığı’ ile hesaplaşmak için ne yaptım?’’ demeden bu yasın, isyanın ve gelebilecek çözümün parçası olmakta hak iddia edemez.
Başlık Görseli: The Huffington Post