1950’ler… Muhafazakar ve keskin bir dönem… Fonda New York.
Patricia Highsmith’in The Taste of Salt romanından Phyllis Nagy tarafından senaryosu uyarlanan bu film etkili üslubuyla tanıdığımız Todd Haynes’in ustalıkla işleyişiyle beyaz perdeye aktarılmıştır. Carter Burwell’in daha ilk sahneden itibaren adeta bir karaktere dönüşen müzikleriyle nefes alan filme, Kasımda Aşk Başkadır, Cennetten Çok Uzakta yapımlarından tanıdığımız Edward Lachman’ın estetik bakışı ve dönem kostümleri/dekoru eklendiğinde gözümüzü bir saniye ayıramadığımız bir masal çıkıyor ortaya.
Cate Blanchett’i geçtiğimiz haftalarda vizyona giren on üç farklı karakterle karşımıza çıktığı Manifesto’da izledikten sonra, kendisine en çok yakışan rolü olduğunu düşündüğüm Carol hakkında yazmak istedim. Carol, Cannes 2015’te dünya galasını yaptı. Rooney Mara Cannes film festivalinde en iyi kadın oyuncu seçildi.
Carol, orta yaşlarında, varlıklı bir kadındır. Dört yaşında bir kızı ve bitmek üzere olan bir evliliği var. Bir gün kızına oyuncak almak üzere girdiği bir dükkanda Therese ile tanışır. Therese genç bir fotoğrafçıdır. Carol’un da tanımladığı gibi Therese gerçekten de “boşlukta” gibidir. Therese’in bir sevgilisi, işi ve fotoğraf gibi bir uğraşı olduğu halde kendini sahip olduklarına ait hissedemez ve/veya kendine yakıştıramaz haldedir. Carol ve Therese’in tanışmaları bir dizi buluşmayı beraberinde getirir. Bu sırada biz karakterlerin hayatlarındaki “erkek”leri tanırız.
Richard ve Harge erkekliğin farklı yansımalarıdır. Her ikisi de duygusal şiddet döngüsü oluşturan, Harge’da şiddetin her türlüsü mevcut, cinsiyetçi ve hatta homofobik karakterlerdir.
Homofobik demişken, filmde homoseksüel bir aşkı izliyoruz ancak bu bize karakterleri homoseksüel olarak değerlendirme hakkı vermiyor. Her ikisinin de heteroseksüel deneyimleri de olmuştur, bu durumda eğer karekterleri “etiketleyeceksek” biseksüel demeyi daha uygun buluyorum. Çünkü Harge ve Richard “erkekliğin” kötü temsili ancak bu erkeklik temsili tüm erkekleri tabii ki de kapsamıyor. İki lezbiyen kadının “yanlışlıkla” başladıkları heteroseksüel ilişkilerinden kurtulup lezbiyen aşka dönüşlerini anlatan bir film olduğunu düşünmüyorum.
Carol ve Therese, hayatlarının farklı zamanlarını yaşayan, istismarcı partnerleriyle mutlu olamayan ve birbirine aşık olan iki insan yalnızca. Bunu kalıplara sığdırmaya çalışmak tıpkı Richard’ın savunduğu gibi bu tip duyguların “öylece ortaya çıkamayacağını savunmak” gibi olur, o zaman biz de Richard gibi “eril” bir düşüncede kalırız.
Film, güzel işlenmiş içimize dokunan bir aşk filmiydi. Öyle ki Therese ve Carol’un sahnelerinde çoğunlukla gözler konuştu. Yönetmenin kalp temsilini gözlerle vermiş olmasından çok etkilendim.
Yaz günlerinin sonuna yaklaşırken bizi sonbahar ve kış günlerinde güzel bir aşk masalına götüren, şimdiden içinde bulunduğumuz yüzyılın en iyi filmlerinden olarak tanımlanan bu film için Atilla Dorsay “Carol, sinemanın en güzel aşk filmlerinden biri” demişti. Benim için de öyle.